26 Temmuz 2011 Salı

Music for Idiot(s) - vol.11

      Jardin de la Croix                    
Ocean Cosmonauts                    
(2011)                    

Post-Rock insanın kendine yakışanı dinlemesidir. 

01 - Her Name Is Calla - Maw
02 - Exilym - One More Step Before The End
03 - G.OD - Eight Guns
04 - IO - This is Where the Cat Lives
05 - Deep In Thought - Aurora
06 - Jardín de la Croix - Ocean Cosmonauts
07 - Citizens of The Empire - Power Is Not To Be Conquered, It Is To Be Destroyed
08 - Tim, Face Berlin - Flight
09 - Kausal - Evac
10 - To Destroy A City - Narcotic Sea

MOGWAIsonrasıartıkhiçbirşeyeskisigibiolmayacak

Herkesin kanlı canlı görmek dinlemek istediği gruplar listesi vardır. İlk 5 için çocuğunu bile kesebilir. Nereye geldikleri, kaça geldiklerinin bir önemi olmadan atarlar kendilerini ordan oraya. Benim için Mogwai konseri öyle bir çerçeve içersinde gelişti. Aylar önce rakınkok şeysine geleceklerini duyduğumda, düzenleme ekibine sağlam küfürler etmiştim. Adamlar kitleyi nasıl vuracaklarını çok iyi biliyorlardı. Yurdum sınırları içersinde çok fazla belli olmasa da hatırı sayılır bir post dinleyicisi vardır. Bunların önünde Mogwai dersen değil çocuk torunlarını bile keserler.

İlk başta endişelerim oldu. Rakınkok gibi bir organizasyonun popülasyonu niteliksel olarak düşündüğümde, çok fazla kişinin ağzının ortasına ıslak tuvalet terliği ile şlap şlap vurabilitem olacağı su götürmez bir gerçekti. Lakin Mogwai izlemek için onları bile göze alarak, hem de fırsat bu fırsat sevgili ve saygıdeğer müdürümden (burada yağ çekme işlemi gerçekleşmemektedir, zaten müdürümün bunları okuması ihtimal dahilinde bile değildir, yani umarım) de güzel bir izin kopardıktan sonra kulaktan/gönülden geçen Mogwai sesleri ile gece 23.59 otobüsü ile İstanbul'a doğru yola çıkılır.


Hafta içi yola çıkmış olmam sebebiyle günün tüm iş yorgunluğu çöktüğünden yol boyunca uyuyuvermişim. Sabah gözlerimi ilk açtığımda ise bu görüntüyü görmek kesinlikle paha biçilemezdi. İlk defa "ulan keşke şöyle bir canonum olsaydı da daha sağlam bir fotoğraf çekseydim." dedim. Ama anı yaşamak, ölümsüzleştirmekten daha keyiflidir diyip kendimi avuttum. (Şu an için o makineye 1500tl ayıracak bütçeye sahip değilim)

14.07.11.08.38 the moment'ı elbetteki gerçekleşti ama o bize kalsın dedik, bize kaldı.

Benim olayım rakınkok olayı değildi tabi. O yüzden benine kurban olduğum Lemmy abim kusura bakmasın cumartesi gitmedim. Kamp olayları için fazla yaşlıydım artık, ki rakınkok güruhuna da hiç bulaşmak istemediğimi yineliyorum. Hem kampa kalan arkadaşların hallerini gördükten sonra da bir kez daha iyiki kamp olayına girmedim dedim.
Pazar öğle vakti AKM'nin önünde duran iki katlı otobüsün yanına gidip orda duran görevliyle "abi bu rakınkok otobüsleri ner..." şeklinde diyaloğa girmeye çalışırken kolumdan tutulup otobüsün içine paldır küldür atılmış bulundum. Hizmette saınır tanımıyorlardı. "Rak" demeden kapıp atıyorlardı seni içeri.
Yaklaşık 1.5 saat süren yolculuk sonrası kendimi göl kenarında bir çölün ortasında buluverdim. Dışardan ilk bakıldığında çekici gelse de otobüsten ilk indiğinde kendimi Texas çölünün ortasında bir Western filminde hissettim. Birazdan bir kabile reisinin gelip kafa derimi yüzmeyeceği garantisini veren olmazdı heralde.
Neyse efendim sürü psikolojisine uyup kalabalığın peşinden giriş kapısını bulmak için yürümeye başladım.

Bilet kontrol noktasından geçerken kendimi birden gerçekten havaalanında hissettim. Sıkı bir güvenlik kontrolü vardı, tabi göreceliydi herşey.
Biletleri teslim edip pembe renkli bilekliği taktıktan sonra (ki bilekliği ters çevirip siyah yaptıgımda bana düzeltmem konusunda uyarı da bulundular, daha feminen bir renk seçemediniz mi diye de çıkıştım tabi. En azından unisex bir renk olsaydı iyiydi.)

Sonrasında karşıma koca bir LIKE ME şeysi çıktı. Efendim takılan özel bir bileklikle facebook hesabını eşleştirip oraya buraya layk atabiliyormuşuz. Tüm sevimliliğiyle yanıma gelen görevli hatuna "ben facebook kullanmıyorum" cevabını verdiğim andaki yüz ifadesini görmeliydiniz. Bir uzaylıymışım gibi davranmaya başladı. Tamam kullanıyorum ama ne gerek var şimdi koluma bi sürü salak saçma şey takmaya. Yok ilacını aldık bu bileklikle gidip acilden ilacını alırsın, yok konsere alanına giriş çıkışta delikanlı bileklik, like me zamazingosu. Ben bi tek mogwai'a bakıp çıkacam, gerisini istemiyorum zaten.

Tüm o el kol hedehödölerinden kurtulduktan sonra Genç'le buluşulup kokakola çadırının gölgesinde pusuya yatıldı. O güneş altında durmak hiç akıl karı değildi çünkü. Aman gripin vokalistininde görmeyeyim boşverin. Oturduğumuz yerden sesini duyuyorduk zaten.
Biz elimizde batak kağıtları başladık birasına oyuna. Tabi yine bahtsızlık kol geziyordu, oyunu yeni öğrenen iki kişi ve Genç çakalla oyun oynamak hiçte kolay olmadı.
Gripinden sonra sahneye çıkan Friendly Fires'ı, Friendly Fries şeklinde takdim eden sunucunun bile kafasına güneş girmişken ortalıkta dolaşan enteresan tiplerin yaptığı garipliklere pek bişey diyemiyordum. Özellikle hemen yanıbaşımızda ağzında salak bir düdükle metallica çalarken dinlemek, of tam bi kabustu. Ağzının ortasına geçirip o düdüğü yutturmak başta olmak üzere türlü türlü fanteziler geçti aklımızdan, ama sakin olmalıydık tabi.

Rakınkokta ilk defa bir çin yemeği yedim. Yediğim çin yemeği değil bildiğimiz makarnaydı ama çin yemeği olunca adı erişte oluyormuş. E şimdi çin yemeği olunca haliyle chopstick denilen enteresan aletlerle yenmesi gerekiyor. İlk defa çin yemeği ile karşılaşan biri olarak önce nasıl tutulmaları konusunda geniş bir gözlem yaptım, baktım hepsi kafasına göre tutuyor, bende bi şekilde beceririm diyip ilk 10dkda ağzıma pek bişe koyamadım tabi. Hoş benimkinin brokoli içerikli olması da ayrı bir komedi unsuruydu. Bir süre sonra alışılıyor ama. İçinden enteresan otlar falan çıkıyorda tadı fena değildi.

Rakınkok grupları içersinde izlemek istediğim 3 tane grup vardı. Bunlardan biri İlhan Erşahin, diğeri On Your Horizon ve elbetteki Mogwai idi. Malesef zamanlama hatası nedeniyle İlhan Erşahin abimizi göremedim. Kendisi Türkiye'de yetişmiş en iyi müzik adamlarından biri. Hoş Türkiye'de yetişmedi belki ama en azından isminde bir bizdenlik var. Hoş biz başarılı, bilgili ve yetenekli olana asla sahip çıkmayız da konumuz şimdi o değil. Keyifli keyifli devam edelim biz..


Ama sözkonusu yurdum post grupları olunca o konuda epey hassas oluyorum. Kendileri tam sahneye çıktıkları anda yetişivermişiz. Çok büyük bir kalabalık yoktu ancak yine de iyiydi. Hoş zaten mümkünse bilen bilmeyen herkes gelmesin. Daha çekirdek daha bizden bir kadro olsun isterim. Ki öyleydi de. On Your Horizon sahnedeyken tüm gözler çellist Gülşah Erol'daydı. Hem görsel, hem işitsel açıdan estetik doluydu.
Tabi grup bütün olarak sahnedeydi, kimse bir diğerinin önüne geçmiyordu. Bildiğimiz sevdiğimiz parçalar da en ön plandaydı.


On Your Horizon sonrası artık Mogwai için hazırlık yapılmaya başlamak gerekiyordu. E malum alkol bu aralar özellikle bu aralar daha fazla kötülenmeye, karalanmaya, yasaklanmaya çalışılsa da hayatın en güzel parçalarından, hayatı en çok güzelleştiren parçalarından biridir. Kafalar güzel olmadan Mogwai kafasını yakalamak pek mümkün olmayacaktı. E altyapı çalışmaları artık başlamalıydı.
Rakınkok standlarından birinde biralı kokteyller yapıldıgı gözüme çarptı. Ki son zamanlarda evde Erman'la beraber daha farklı tatlar yakalamak için yoğun bir çalışma başlattık. Bunun içinde aldığımız şuruplar epey işe yarıyor. Bu şuruplar normalde gida sanayinde kullanılmak için üretilmiş olsalarda tabi genelde alkol reyonları yakınlarında bulunuyorlar. Biz onları hain planlarımız içersinde çoktan kullanmaya başlamışız.
Neyse bu alkol olayında farklı tatlar yakalama konulu ayrı bir başlığımız olacak yakında, ama rakınkokta içtiğim bira+sprite+nar şurubu karışımı epey güzeldi. Ama dikkat etmek lazım, içimi çok ama çok rahat oldugundan hızımızı alamayıp çok rahat "göt" olabiliriz. Bu nokta da "Please Drink Responsibly" ya da "Bi Zahmet Götünüzle Değil, Ağzınızla İçin".

Mogwai öncesi sahnede adını hatırlayamadığım, punk yaptıklarını iddaa eden birkaç zibidi vardı. Onları sevmiyor olmam bana hakaret etme özgürlüğü getirmez ama tiplerine bakınca zibidi kriterlerini karşıladıklarını çok rahat görebiliyoruz. Hem istediğim hakareti de ederim kime ne?
İşte bu zibidiler ses sistemine ne yapmışlarsa artık, Mogwai öncesi bana 30 yıl gibi gelen bir bekleyişe sebebiyet verdiler.

Bu ne idüğü belirsiz grubun sahneden inmesi sonrası Deniz'le beraber saatlerimizi kurup, ben yeniden bira kuyruğuna doğru, Deniz ise sahne önünde yer kapmak için sahneye doğru giderek görev yerlerimizi aldık.
Saatler 22.15'i gösterdiğinde herkes birden ayağa kalkıp sahneye gözlerini dikmeye başladı. E artık zaman gelmişti. Fakat bu o kadar kolay olmayacaktı. Bitmek bilmez bir soundcheck çilesi devam ediyordu. Bir gitar ele alınıp vıcı vıcı yapılıyor, o bırakılıp bateri başına oturuluyor, mikrofonlardan "one, two, yes, ouv ouv" şeklinde sesler yükseliyor ama bu çile bir türlü sona ermiyordu. Seyirci her ne kadar efendi olsa da artık sabrın sınırları zorlandığından alkış sesleri yükselmeye başlamıştı. Ama bu alkışlar kesinlikle protesto amacıyla yükselmiyor, aksine Mogwai için ne kadar sabırsızlanıldığını onlara ne kadar çok değer verildiğini ifade ediyordu. Şöyle bir dönüp baktığımda arkamda enfes bir kalabalıkla karşılaşmak ta büyük mutluluk vericiydi.

Saatler 22.45i gösterdiğinde kırmızı elbiseli bir sunucu sahneye çıkarak Mogwai sunumunu yapmaya başladı. Hatun çıktığına çıkacağına bin pişman oldu. Sahneden kovulmaktan beter edildi. Kalabalığın hıncını ve sabırsızlığını gören ablamız sahneden kaçar adımlarla iniverdi.


....ve en sonunda grup elemanları sahnedeki yerlerini alarak White Noise ile açılışı yaptılar. Arkama dönüp kalabalığa baktığımda deminden beri yerinde duramayan, alkışlar koparan, söylenen kalabalıktan eser kalamamıştı. Mogwai beyaz beyaz seslerle ışınlamıştı. Setlisti tam olarak hatırlayamayacam şimdi ama bir önceki gönderideki tahmini setlist %95 oranında tutuyordu. Aklımda kaldığı kadarıyla çaldıkları parçalar, White Noise, How to be a Werewolf, I'm Jim Morrison I'm Dead, Killing all the Flies, San Pedro, Rano Pano, Auto Rock, Mexican Grand Prix, Hunted by a Freak, Mogwai Fear Satan, Batcat.


Çalmazlarsa olay çıkartacağım parça Killing all the Flies idi. Ama o müthiş girişi duyduktan sonra tüylerin diken diken olmasıyla ayak bağlarımın çözülmesi bir oldu. Artık bu dünyaya ait değildim. İlk 3 parçanın sakinliği Killing all the Flies'ın sonlara doğru yükselen ritmi ve patlamasıyla artık Mogwai'ın sarsma zamanının geldiğinin işareti gibiydi. Ki artık hareketlenme zamanı şimdi San Pedro girecek dememle birlikte o gaz dolu heyecan dolu parça patlayıp girer. O andan itibaren seyirci hareketlenmeye başlar, büyük bir transtan çıkmış gibiydik. Hemen akabindeki Rano Pano ile beraber damarlardaki kan iyice hızlanmaya başlar. Kült parça Auto Rock ve hemen ardından hız sınırlarını aşan Mexican Grand Prix ile artık iyice havalandık derken Hunted by a Freak sayesinde tıpkı klibinde olduğu gibi yavaş yavaş düşüşe geçip yere çakılmaya başladık. E olmazsa olmaz Mogwai Fear Satan çalmazlar sanıyordum ama öyle güzel bir girdiki, seyirci öylesine kendinden geçmişti ki en sakin, en sessiz yerlerdinde bile çıt bile çıkarmıyordu. Nasıl çıkaralım, dünya üzerinde değildik. Scotty bizi öyle bir yere ışınlamışki, dünyevi tüm tepkilerimizi, hislerimizi üzerimizden atmış gibiydik. Son olarak Batcat yerine Glasgow Mega Snake gireceğini sanıp sonradan Batcat'e başlamaları ile, dumurla karışık hüsran yaşadım ama Batcat yani, karşı koymak imkansız.

Aksaklıklar olmadı değil, oldu elbet. Geç çıkma mevzusu, parçalar esnasında gitarların kimi yerlerde istenilen performansı vermemeleri üzerine öfkelenen elemanlar, ama bunu tüm profesyonellikleri ile kısmi şova dönüştürüp hissettirmeme çalışmaları çok hoştu. Yakışandı. Batcat parçasında bu öfke en üst düzeye çıksa bile yinede efendilikten ödün vermediler. Kimi yerlerde gitarı yere fırlattı, yok bilmem bateriyi yaktı gibi enteresan şeyler duysamda öyle bişey olmadı. Gitarı çok narin bir şekilde bırakmadı belki ama atmadı da. Bunları söyleyen arkadaşlar konseri nerelerinden izlemişse artık.

Konser bittikten sonra artık  hiçbir şey duymak istemiyordum. Koşar adımlarla o alanı terketmek gerekiyordu. Neyseki otobüs çilesi yaşamak zorunda kalmadan gayet rahat bir dönüş yaşadıkta konser süresi kadar süren yok boyunca konseri başından sonuna kadar şekillendirme rahatlığıım oldu. Gece 04.00 otobüsüne bindiğim andaki rahatlık ile İzmir'e kadar uyumuş kalmışım...

Ne Mogwai konserinde ne de diğer konserlerde fotoğraf veya video olayına girmek istemedim. Anı ölümsüzleştirmek anı yaşamak kadar keyif vermiyor. Hem ne de olsa bir sürü hayırsever vatandaş bizlerin yerine ölümsüzleştirme işlemini gerçekleştiriyor.
Umarım rakınkok ekibi yurdum post insanının ne kadar ciddi bir dinleyici olduğunu görüp gelecek sene bir Explosions in the Sky, bir Mono, bir Sigur Ros, bir 65daysofstatic, bir Gods Pee. (yok yok onlara bulaşmasınlar, onları çok farklı bir sahnede izlemek lazım) ama bir Maybeshewill, ah bir ISIS diyesim var ama artık ne mümkün. Hatta ve hatta koca bir post sahnesi olsa ya.
Bir saniye onu da geçtim iyice kafayı kırıp post-rock festivali yapılsa ne müthiş olur. Overdose tehlikesi yaşayabilitem olabilir tabi ama olsun yine de razıyım. Hem böylece, sadece On Your Horizon değil diğer yurdum post gruplarınında (Help! The Captain Threw Up, Kupka, Oracles Always Lie, Mauna Kea) aynı sahneyi paylaşabilme şansı olur. Çok fantastik bir düşünce oldu ama neden olmasın? Ha neden?

22 Temmuz 2011 Cuma

Very Dangerous Method


Bir süredir "yahu vizyona ne zamandır doğru dürüst film girmiyor, şöyle ağız tadıyla bir film bekleyemiyoruz." diye hayıflanıyor, söyleniyordum.

En son "Inglorious Bastards"'ı sabırsızlıkla beklemiş ve izlerken büyük bir orgazm yaşamıştım. Sebebi ön sevişmeyi uzun tutmamdı.

Şimdi de karşımızda uzun bir ön sevişme yaşadığım başka bir yapım var. Yapımın ne yönetmeni, ne oyuncuları, ne de konusu (kısmen evet) ilgimi çekiyor. Beni çeken esas nokta "Jung" faktörü.

Çoğu psikoloji öğrencisi "Freud"u putlaştırıp tapınırlar. Psikoloji dünyasındaki yeri elbetteki yadsınamaz. Nitekim babasıdır. Ama nedense benim zat-ı muhtereme hiç öyle bir hayranlığım olmamıştır. Tamam saygıda kusur etmeyiz asla, kuramları tapılası olsa da benim için Jung apayrı bir yerdedir. Kişilik Kuramları dersinde kendisiyle tanışmam ve sonrasında kuramlarını derin derin incelememle işte budur dedim. Tabi Jung'un da sevmediğim yanları oldu ama hangimiz mükemmeliz ki?

A Dangerous Method fragmandan gördüğüm kadarıyla Jung'un, hastası Sabina ile yaşadığı tedavi sürecini ve sonrasını anlatıyor. Bu da bana 2002 yapımı Prendimi L'anima (*b.d.a.: The Soul Keeper)'ı hatırlatır. O filmde aynı hikaye geçmektedir. Ki zaten her iki yapımda kitaptan uyarlanma olduğu için bence biraz gereksizce bir yeniden yapım olmuştur. Yeniden çekimleri sevmem ama bu filmde beni çeken birtakım şeyler var.

   The Soul Keeper'dan, izlerken kendinden geçilesi enfes final sahnesi.                      

Yönetmen koltuğunda David Cronenberg gibi arıza bir yönetmen var. Korku ve vahşet filmleri baronunun bu filmle ne işi olabilir diye kendi kendime sordum önce. Sonrada son dönemlerdeki yapımlarına bakarak biraz imana gelmiş olabileceğini düşündüm.
David abimizin Viggo Mortensen (nam-ı diğer Kral Aragon) ile çevirdiği 3cü filmi. Ki kendisine Freud gibi kral gibi bir rolü vererek namını sürdürmesine yardımcı olmuş.
Sabina rolünde gördüğümde kalbimi titreten tapılası hatun Keira Knightley var. Pride and Prejudice filmi ile kendisine aşık olmuştum. Çoğu filmini izledikten sonraki görüşüm bu hatunun mümkünse hep tarihi filmlerde oynaması gerektiği yönünde oldu. Ki yakın zamanda Anna Karenina olarak karşımıza çıkacakmışki merakla bekliyoruz.
Gelelim filmdeki esas karakter olan Jung'a. Kendisini Inglorious Bastard'ta oldukça karizmatik bir karakter olarak görmüştük. David abimiz kendisine, karizmasını en üste çıkaran rollerden birine oturtarak hakkını vermiş.


Umarım bizlere güzel bir seyir keyfi yaşatır. Orgazm yerine erken boşalma olsun istemiyorum.

*b.d.a.  İngilizce kullanımda "also known as" kısaltması a.k.a. yı kullanmak istemediğim için bi tarafımdan uydurduğum "bir diğer adıyla" tanımlamasının kısaltmasıdır. Bundan sonra böyle, a.k.a. ne ak!

11 Temmuz 2011 Pazartesi

İstanbul için 3, Mogwai için 7 kala...


Hiçbir konser bu kadar heyecanla beklenmemişti. Hiçbir konser bu kadar anlamlı olmamıştı.
Şimdilik söylenebilecek çok bişey yok, ama İstanbul dönüşü şayet akli dengemiz yerinde kalır ise söyleyecek çok şeyimiz olacak.

Konser öncesi yaşanacak 14.07.11.08.38.b.v.i. koordinatlı "the moment" ise...

Yok, o sadece bize kalsın.

Gönlümden şöyle bir playlist geçti. Playlist seçimlerinde hata payım %10 civarıdır. (Benimle beraber Giaa izleyenler bilir.) Bu listeyi de konser sonrası tekrardan değerlendiririz. Tabi herşey akli dengenin yerinde kalmasına bağlı.

25 Haziran 2011 Cumartesi

higher dimensions of consciousness...


Mail adresim bu güne kadar daha güzel bir mail görmemiştir.. Aylar önce şiddetle istediğimi belirttiğim sanat eserinin siparişin sonunda verdim. Uygun bedenin stoklara gelmesini bekliyordum ve sonunda geldi. Ama yine bir sorun vardı. Sevgili toolarmy Türkiye'ye gönderim yapmıyordu. Diğer alışveriş sitelerinden ne kadar takip ettiysemde bulamamıştım.
O sorun ince bir ayar sayesinde en güzel insanlardan birinin yardımıyla da çözüldü.
Sabırsız bekleyiş başladı.
Şimdi tek sorun onu Esra'nın elinden alabilmek. =)

19 Haziran 2011 Pazar

Baroness


Uzun uzun zamandır (geçen sene) kendilerini dinleyeceğime dair kendi kendime söz veriyordum ancak bir türlü nasip kısmet olmadı. Biliyorsunuz artık tüm hayatımız mukadderat üzerine kurulacağından şimdiden kendimizi bu söylemlere hazırlamalıyız. Neyse konumuz o değil.
Baroness dikkatimi ilk olarak yüce ISIS ile beraber çıktıkları Japonya turnesinde çekmişlerdi.  Aaron Turner abimiz birilerinin elinden tutup ta Japonya'ya gezmelere götürmüşse bir bildiği vardır elbet dedim. Fakat gel görelim ne kadar aklıma gelse de dinleme fırsatım olmadı. Taa ki Long Distance Calling son albümünü çıkarıp bana "ya şu Post-Rock'ı artık biraz sek içmek gerekiyor" dedirtene kadar. Post-Rock'ın sek hali olsa olsa Post-Metal olur diyerek yola koyulmuştum. Grupları araştırırken vakt-i zamanında kısa süreli de olsa eski takıntılarımdan "Sludge" türü sürekli olarak gözüme çarpmaya başladı. Yeterince bulanık olmayan algılarımı biraz daha zorlamak adına koyver gitsin diyip bir virgül daha koyarak sludge türünü arama sekmesine ekleyiverdim.

Peki nedir bu Sludge?

İlk olarak "cici" grup Melvins tarafından (bkz: King Buzzo) temelleri atılan doom metal ile hardcore-punk karışımı distortion ve dengesiz iniş çıkışlarla dolu temposuyla, southern, stoner soslu garip karmaşık bir tür. Çamur gibi.


Sanırsam bu türle ilk olarak Crowbar'ın self-titled albümlerini dinleyerek tanışmıştım. İlk tepkim "Bu ne lan ak?" idi. Tabi öyle Metallica'dan Nothing Else Matters dinlemeye benzemiyordu. ISIS'le o ulvi tanışmadan sonra kendileri üzerinde Sludge ibaresini gördükten sonra hemen Crowbar'a bir daha göz attım ama bu sefer ISIS'in yaratmış olduğu büyüleyici etki yüzünden yine bir tat alamadım. Artık son şansları ve sanırım bi sefer kazanacaklar.
ISIS Sludge türünden etkilenen ancak onu sadece yardımcı olarak kullanan bir gruptu. Neurosis, Mastodon, Torche, Kylesa, Cult of Luna, Pelican* gibi daha bilindik(!) (kime göre, neye göre) grupları sludge etkisiyle müzik yapan diğer güzide gruplar. Post-Rock'a 2 ölçü Sludge eklenirse Post-Metal oluşur gibi bişey de söylenebilir aslında.
Sludge kendi içinde Stoner ve Southern ana olmak üzere birtakım kollara ayrılıyor. İşte bu kolların progressive tarafında Baroness durmakta.


Baroness için progressive safta duruyor dedik ancak Mastodon gibi bir grup beklemeyin elbet. Onlar apayrı bir dünyanın grubudur. Hoş geçen sene Sonispherede son dakika golü ile kaçırdık kendilerini. Bu sene pek gitme taraftarı olmadığımdan, sonisphere olayını da zirvede bırakmak istediğimden yine gitmiyor ve izleyemiyorum. Iron Maiden benim için çokta fifi ama Mastodon'u izleyemeyeceğim için üzülecem o ayrı tabi.
Baroness Mastodon kadar progressive durmasa da Mastodon'dan çok fazla etkilendiği çok açık bir şekilde belli oluyor.
Siz siz olun (burada kendilerine şiddetle önerdiğim Blue Record albümü için sevgili wackybacky'den özür diliyorum) grubu ilk albümlerinden dinlemeye başlayın. (Hoş kendileri şiddetli uyarımı çok ciddiye alıp tüm albümlerine saldırmıştı. Zeki insanın hali bir başka oluyor canım.)

Müzik dünyasına ilk girişleri 2003 yılında First albümüyle olur. Çok eski bir grup değiller ama bu girişle çok uzun ömürlü olabilecekleri yönünde iddalı olduklarını göstermişlerdir.
Şahsi kanaatim, özellikle metal dünyasında klasik heavy metal ve türevleri türünde çalışmalar yapmak artık çok fazla rağbet görmemeye başlayacak. (Bu türlerin duayenlerini saymayalım tabi) Müzik dünyasının artık daha deneysel, daha farklı, daha uç çalışmalara ihtiyacı var. İki vıcı vıcı yaparak düz kafa sallama hareketinde yorulmaya başlamıştık zaten.
Fakat Baroness ve türevlerinde tam kendimizi parçanın ritmine kaptırmışken "çat" bi yerden çok alakasız bir melodiye dönüşüp sizi dumur vaziyette bırakabiliyor. Bu yapı ilk çalışmalarda çok fazla hissedilmezken daha sonraları daha çok oturmaya başlar. Sanki albümlerinin artworkleri (o şaheserlere birazdan gelecez) karmaşıklaştıkça, detaylar arttıkça albümler içindeki parçalarda ufak ufak detaylarda artmaya başlıyor gibi oldu.
Çok fazla (hatta hiç) teknik bilgiye sahip olmasamda First albümündeki gitarların Baroness albümlerindeki en etkileyici gitarlar olduğunu söyleyebilirim. Özellikle Tower Falls parçasında daha ilk dinleme de bile akıllara çok net bir şekilde kazınabilen güzellikteler.

Vokalist John Baizley bu albümdeki vokaller ile bana çok net bir şekilde Aaron Turner'ı hatırlatırki bu bile First albümünün, kendini diğerlerinden daha fazla ön plana atabilmesinin ve dikkatimi daha fazla çekmesini sağlar. Ancak bu vokal diğer albümlerde devam etmiyor. Daha da temize kaçan vokaleler başlıyor ve bu benim gruba karşı biraz soğumama neden oluyor. Ama tam anlamıyla bir soğumanın gerçekleşmesi çok güç. Çünkü Baroness'in çamurlarından bir kere nasibimi aldım, temizlemesi o kadar kolay değil.
Zaten Baroness bir vokal grubu değil. John Baizley'in de "ben çok taşaklı bir vokalim" dercesine bir duruşu yok. Baroness enstrumantal ve teknik yapısıyla öne çıkan bir grup. Her bir elemanı kendi kafasına göre çalan ama uyumu asla kaybetmeyen güzellikteler. Bu onları yeterince etkili kılmaya yetiyor.
Bateriler için de söyleyecek çok fazla şey bulamıyorum. Kafa s.kmeyen ama ben burdayım diyebilen güzellikteler. Bazen çok fazla arka planda durur, ama parçanın en beklenmedik yerinde kendini savaş meydanına ortaya atan cengaver gibi girer. Dikkate alınasıdır, takdir edilesidir.



Grup elemanları Mastodon ile hemşehriler. Bu hemşehrilik Mastodon'un yakalamış olduğu şöhretle beraber grup içinde birçok yönden Mastodon esintisini/ilhamını bizlere hissettirmekte. Ama tam anlamıyla karşımızda bir Mastodon özentisi durumu değil tabi. Bunu söylemek onlara çok büyük haksızlık olur.
Henüz 2 (First ve Second albümlerini birleştirirsek -ki daha sonra remastered olarak yayınlanıyor- 3. bir albüm eder) stüdyo albümü yapmış olmalarına rağmen orjinal duruşlarıyla müzik piyasasında hatırı sayılır bir yer edindiler.
Sludge Metal içersinde bir Baroness-Mastodon karşılaştırması yapmak gerekirse de Mastodon'u progressive Baroness'i sludge taraftadır diyebiliriz.
Bu satırların yazıldığı esnada Mastodon'un sahneye çıkmış olması lazım. Bizde burdan dinlemekle yetinelim, ne diyelim, bir dahaki sefere artık.


Genel görüş son çıkan albüm çoğu zaman diğerlerinden daha iyidir şeklindedir. Ama bu çok büyük bir yanılgıdır. Tamam müzik grupları herzaman için bir önceki albümdeki başarının üstüne çıkmalıdır mantığı kısmen doğrudur ama o zamanda çok kasıntı çalışmalar ortaya çıkıyor.
Bu noktada benim için Baroness'in Red Album'ü, Blue Record'tan daha iyi bir seviyededir. Yine de her ikisi için First albümdeki vokaller devam etseydi demeden edemiyorum.


Grubun en çarpıcı noktalarından biri yukarda gördüğümüz artwork çalışmaları. Bu çalışmalar vokalist John Baizley'e ait. İlk albümden başlayarak incelediğimizde her albümde daha karmaşık, daha detaylı çizimler ortaya çıktığı görülüyor. Bunun albümdeki parçalarda da farkedildiğini rahatlıkla söyleyebiliriz. Özellikle son albüm kapağındaki ayrıntılar çok etkileyici. Kadın figürünü gayet realistik yaklaşarak çizmiş olması benim en çok dikkatimi çeken nokta oldu. Herhangi bir makyaja gerek duymuyor. "Güzel" gösterme amacı gütmemiş.

John Baizley sadece kendi grubu için değil aynı zamanda genel olarak sludge metal gruplarına da çizimler vermiş yetenek konusunda aşmış bir insan.


En üstteki artwork'un sludge ile uzaktan yakından bir alakası yoktur. Ama öylesine şükela insanlarki izlemeye ve dinlemeye doyum olmuyor. Kendileri hakkında daha detaylı bilgiye buradan ulaşabilirsiniz. Kendilerinin Baroness ile olan bu münasebetleri beni şaşırtmıştır. Ama gayette güzel bir çalışma olmuştur. Bu adam ne kafası yaşıyor böyle dedirtmeden edemiyor.

Son olarak siz siz olun bu grubu çok fazla görmezden gelmeyin. Sizi zorlarsa siz onu daha çok zorlayın. Çünkü tadı çok sonraları açığa çıkmaya başlıyor. Belki vokal konusunda biraz daha çalışmalar yapılırsa dinlenilmesi ve hazmedilmesi çok daha kolay bir grup olacaktır.

The World is a Deaf Machine