29 Nisan 2011 Cuma

Music for Idiot(s) - vol.IX

2011 ne güzel bir yılsın sen öyle. Daha ilk çeyreğinde bile farkını gösterdin. İlk olarak geçte olsa, güçte olsa benim şehir ve yaşam formu değişikliğimi gerçekleştirdin.
Sonrasında İzmir'e attığım ilk adımdan sonra Post-Rock dünyamda en anlamlı yere sahip olan ve daha önceki konserleri bana teğet "giren" Giaa'yı izlettin.
Uzun zamandır görüşmek isteyipte görüşülemeyen güzel insanlarla görüşme fırsatı bulmamı sağladın. Sevgili wackybacky ile elde olmayan aksilikler yüzünden bir türlü görüşülemesede, yakalanan 2-3 fırsat yetti de arttı bile.

İşte o fırsatlardan biri gecen cuma günü yakalanmıştı. İkimizde birbirimizin yazmasını beklemişiz, hiçbirimiz yazamayınca görevi tamamlamak bana düştü artık.
Çok bişey söylenemiyor aslında. Ama aslında söylenebilecek bir sürü şeyde var. Nerden başlasak. Hah!
"Her şey bir toz ve gaz bulutuydu..." Yok, o kadar geriye gitmeye gerek yok tabi.
Her şey BaBaZula konser haberini duymamla başladı. Bu konser evet, cidden kaçmamalıydı. Birtakım grupların canlı performanslarının, albüm kayıtlarının çok çok üstünde olduğu konusuna daha önce kısa da olsa değinmiştim. Şüphesiz BaBaZuLa da o gruplardan biri olmalıydı.
Sevgili wackybacky bu konseri kaçırmaz diyerek hemen irtibata geçildi. Öncesinde alsancağın çimlerini ziyaret etmenin çok mantıklı olacağı konusunda da mutabık olununca, şaraplar alınıp head shot (bkz: şarabı şişeden içmek) yapılmaya başlanıldı. Yapılan sohbetin, konseri gölgede bırakacak derecede güzel olduğunu itiraf etmeden geçemicem elbet. (yeniden)


Konser başladığında ikimize de bir dumurluk çöktü. İkimizde ilk defa canlı izliyorduk ve böylesi büyüleyici bir performansla karşılaşacağımızı beklemiyorduk. En azından ben beklemiyordum.
Sahnede protest duruşlu bir grup vardı. Sürekli alttan alttan bir yerlere göndermeler yapıyorlardı. Babasız Kızlar Balosu'nda tanrıya bile göndermeler oldu. Ataerkil toplum içinde sadece birkaç simgesel konuma sahip olduğu düşünülen kadınların sözcüsü gibiydi. Tabi sadece stüdyo kaydıyla yetinmediler, söylenemeyen bir sürü şeyide sıraladılar en iğneleyicisinden.
Setliste çok hakim değildim açıkçası, son albümleri Gecekondu'dan (evet pamuk eller kredi kartlarına) çaldılar genelde. Ama setlisti bilmeye pek gerek yoktu zaten. Parçaların "işitsel olarak" hipnotik yapısına ve sahnedekilerin -artık her ne kafasıysa bilemiyorum- "görsel olarak" trip hallerine odaklanınca insanın kendinden geçmemesi mümkün değildi. Levent Akman'ın ziller üzerindeki triplerine takıldıktan sonra başka bir yöne bakamıyordum. Tabi çengiler sahneye zıpladığında dikkat falan kalmıyordu artık.
Vokalin tripleri ayrı bir etkileyiciydi ki çıkışta kendisiyle karşılaşıp ayaküstü tebriklerimizi sunarkenki mütevaziliği de çok hoştu. Sanatçı-dinleyici ayrımı yapmadan tüm samimiyetiyle kalabalığın arasına karışıyordu.
Dinleyici kitlesine baktığımda herkesin kafası ayrı bir güzeldi. Özellikle hemen yanıbaşımızdaki çiftin konser boyunca müzikle uyum içinde bir o yana bir bu yasa salınıp dans etmeleri, sevgili wackybacky'ninde direkt olarak ifade ettiği gibi insanın onları alıp direk sahneye yuvarlayası geliyordu. En ufak bir abartıya kaçmadan tamamen doğaçlama olsa da sanki o konser için çalışılmış kreografiler sergiliyorlardı.
Tabi arada olayı abartıp sahneye çıkan birtakım densizlerde vardı ama mikrofonu kafaya yemekten kurtulamadılar.
Konser sonrası eve gidip gecekondu albümlerini dinlemek istedim ama tamda beklediğim gibi hiç bi tat alamadım. Kesinlikle arada çok büyük fark vardı. O albümdeki parçaları çalınmamıştı. Tamam konser için yeniden düzenlemeler yapılmıştı mutlaka ama yok BaBaZuLa kesinlikle canlı izlenmeli. Albüm kayıtları sadece, canlı performanslarının ne kadar mükemmel olduğu farkındalığını canlı tutmaya ve bir sonraki konser için sabırsızlık derecesi arttırmaya yarar. O yüzden siz siz olun bu "POST ORYANTAL" şöleni yakalarsanız, kendinize en güzelinden bir iyilik yapıp, önce bir şişe şarabı headshot yapın, -mutlaka headshot olmalı- sonrasında konserin yolunu  tutun.
Not: Önce evlenmeye karar verip sonrasında düğün yapmaya ikna edilebilirsem şayet orkestra olarak Baba Zula'yı çağıracam.

------------------------------------------------------------------------------------------------------------


2011 bize birbirinden özel birkaç konser daha müjdeledi. Bunların başında her ne kadar düzenleme komitesi olarak rakınkoktan hiç haz almasamda, Mogwai grubunu görünce dedimki "I'm Ali Çınar, I'm Dead". İnanması güç ama bir o kadar heyecan verici bir haberdi bu. Bi aksilik çıkmazsa, ki çıkarsa bile çocuğumu kesmek pahasına da olsa o konser mutlaka izlenecek.
Mogwai'nin yanı sıra The Samuel Jackson Five, The Black Heart Procession, The Cinematic Orchestra, Arms and Sleepers, Amy Winehouse, konserleri şu an için en çok dikkatimi çeken konserler oldu. Bunların yanısıra bu yılki Unirock Fest'te Katatonia ve Opeth'i gördükten sonra hazır bir araya gelmişken Bloodbath'i oluşturmalarını diledimki işte o zaman tadından yenmez bir festivale dönüşür.
Geçen seneki kadar ses getirmese de bu yılki Sonisphere Iron Maiden atağı ile kendi şahsi görüşüm çok zayıf bir koz oynadı. Adamlar büyük olabilir ama diyorum işte, şahsi görüş. Gidersem de Mastodon için gideceğimi hiç çekinmeden açık açık söylerim. Geçen sene gitaristlerinin rahatsızlığı yüzünden son anda iptal edilmişlerdi. Yazık olmuştu.
Aklıma gelen bir diğer konser, İzmir ayağı olduğu için mutlaka gidilecek olan dahi piyanist David Hellfgot konseri. Her ne kadar biletler anasının gözü kadar olsa da, daha önce 2 defa kaçan bu konser, belki bir daha izleme fırsatımız olmayacağından, hazır burnumuzun dibine kadar gelmişken kesinlikle kaçmamalı. Eşlik etmek isteyenler şimdiden para biriktirmeye başlasın bence.
18 Mayıs Deep Purple konserini de unutmamak lazım elbette.

Daha aklıma gelmeyenleri de var gibi ama hepsine de gidilemeyeceği için sadece uzaktan bakıp iç geçirmekle yetinilecek sanırım.

Yeni albümler konusunda yine çok doyurucu bir yıla başladık. Kimileri hayal kırıklığına uğratsa da bir çoğu çok iyi çalışılmış, özene bezene yaratılmış albümler.
Radiohead beni en çok dumur eden albüm oldu. Radiohead'in yarattığı bir albüm olamazdı. Ortada gitar namına bir şey yoktu. Sanki Moby bir albüm yapmışta Thom Yorke üzerine vokal girmiş gibiydi. 2 dinlemeden sonra bir daha açamadım. Belki önyargılı davrandım, dinlesem severdim ama yok ben o Thom Yorke osursa dinlerimcilerden değilim. Tamam Radiohead'e can kurban ama yok arkadaş bu sefer olmamış.
Ama R.E.M. öyle mi? Adamlar onca yıldır çizgilerini hiç bozmadan 15ci albümlerini çıkardı. Benim çok fazla birşey söylememe gerek yok, konuşan konuşmuş zaten.
dredg, eits, twsy hakkında da yeterince şey söylemiştim zaten, onun haricinde kayda değer birde Efrim Menuck'un solo projesi vardı.
Yakından takip ettiğim Fleet Foxes'ta yeni bir albüm çıkarmış ama tam dinleme fırsatı bulamadım. Kulak ucuyla dinleyince pek bi haz vermedi ama kulaklıkla dinlemek gerekli bence, daha sonra değiniriz artık.

 ----------------------------------------------------------------------------------------------------------

  Long Distance Calling                    
Long Distance Calling (2011)                    
         (Yakın zamanda kendilerineözel olarak değinilecek)                     

Esas başlığımıza geri dönecek olursak; Post-Rock insanın kendine yakışanı dinlemesidir.

01 - Long Distance Calling - Into The Black Wide Open
02 - God Is An Astronaut - Shining Through
03 - Mogwai - Rano Pano
04 - Explosions in the Sky - Trembling Hands
05 - Maybeshewill - Critical Distance
06 - The Samuel Jackson Five - Person Most Likely To Enjoy The Taste Of Human Flesh
07 - Crippled Black Phoenix - Really, How'd It Get This Way
08 - Arms and Sleepers - Helvetica
09 - This Will Destroy You - Killed The Lord, Left For The New World
10 - Baba Zula - Hopce

20 Nisan 2011 Çarşamba

Like the first "monkey"shot into space


Görünen tüm farklar indirgenecek,eşitlenecek.Bağımlılığın hudutları görülecek.Dibe vurulacak,dibin dibine vurulacak,dibin dibinin dibine vurulacak, dipsizleşilecek. Kavramsızlaşılacak, anlamsızlaşılacak. Tüm öğretilenler sıfırlanacak, sıfır yok edilecek…’’ 
‘’Zaman, zaman dilimi, zaman diliminde bir nokta, zaman diliminde noktalar, tüm zaman dilimleri ve tüm noktalar, saptamak, ayrıştırmak, tekrar birleştirmek, kurgulamak, düzenli kurgulamak, düzensiz kurgulamak, kurgu düzeni yaratmak. Çizgisel ve dairesel zamanı noktasalla değiştirmek. Herhangi bir noktayı aldığımızda bir şey değişmiyorsa, hepsini aldığımızda da değişmez, nokta bağımsızdır, zamandan ilişkisizdir, hepsini aldığımızda değişmiyorsa, hepsi işe yaramaz, boştur. 
Zamanı yaşamla girişik kurgularsak, yaşam da boştur, işe yaramaz, her an vazgeçebiliriz. Ne yaparsak yapalım bir şey değişmez…
"Hayat, ölümün biyolojik olarak aktif safhasıdır.Hiçbirimiz yaşamıyoruz,hepimiz ölüyoruz."
Safhalar değiştirilemez, hiçbir şey değiştirilemez, sadece ekleme ve çıkarmalar vardır. Ölüm anı bir noktadır, eklenip çıkarılabilir. Noktasal olarak farklı kurgulanabilir. İlk nefes, yemek borusundan besin takviyesi, uterusa düştüğümüz an, hayvani cinsel güdülerin bizleri taşıyan rahimlerin sahiplerine hissedildiği anlarda olabilir. 
Bir tek ölüm süreci noktasal değildir, Tanrı’nın varlığı ölümün ta kendisidir. Ve Tanrı’nın ilgisni çektiğimiz sürece lanetlenme ya da kurtuluş umudumuz olabilir. Ya can düşmanı ya da hiçbirşeyi olacağız.
Ya tüket ya öl diyen bu sistemde,masalların kaypak körleştiriciliğinden kurtulup özgür irademizle kargaşa projemizi başlatacağız.

19 Nisan 2011 Salı

dredg - Chuckles and Mr. Squeezy


Evet, kendilerini uzun süredir bekliyorduk. Beklediğimize değdimi bilmiyorum ama dredg yine dredg'liğini gösterdi.
Yeni albüm olmuş mu olmamış mı? İyi mi, kötü mü? Beklentileri karşıladı mı, karşılamadı mı?
Bunlar dredg için göreceli kavramlar aslında. Albüm çıkmadan önce grup bu seferki albümümüz "dark pop" (o herneyse artık) olacak demişti. Ve olan oldu. Karşımızda alışkın olmadığımız bir dredg albümü var. dredg oldukları çok belli ama ne olduğu meçhul. Kime dinlettiysem daha ilk parçada "Abi bu ne ya? Pop olmuş bu." dedi. Haklılar, albüm cidden pop olmuş ama olacağınıda biliyorduk. O yüzden öncelikle şöyle kalın bir katman halinde önyargılarımızı sıyırıp bir kenara atalım derim. Sonra sanki yeni tanıştığımız bir grupmuş gibi dredg'i düşünmeden albümü dinlemeye koyulalım derim.
İşte o zaman albüm dark-pop olsa bile yavaş yavaş alışmaya başlarız sanırım.
dredg hakkında bilgi sahibi olanlar adamların albümler arası değişim grafiğini iyi bilir. Bilmeyenler için kısaca özet geçecek olursak:

Örneğin ilk zamanlarındaki bir Conscious ve The Orph EPlerini dinlediğimizde karşımızda Deftones ya da Linkin Park varmış gibi hissediyoruz. Açıkçası ben o dönemlerinden çok haz etmesemde ne derece esnek bir müzik zekasına sahip olduklarını görebildiğim için dinlerken keyif alabiliyordum. Ha birazda Deftones geçmişi olunca ne ala tabi.
98de ilk albümleri Leitmotif ile dredg yavaş yavaş soğumaya/sakinleşmeye başlıyor.  Ama yine de vokallerde Orph zamanlarından kalma sertliği görebiliyoruz.

2002 de karşımız bambaşka bir dredg çıkıveriyor. Evrimini tamamlamış vokaller, en üst düzey akıcılıkta gitar ve bateriler, ve hepsinden öte baştan sonra sürrealist konsept yapıda bir albüm. "El Cielo" kelime anlamı olarak İspanyolca "gökyüzü" ya da "cennet" anlamına geliyor. Aynı zaman huzur ve özgürlüğün rüyalardaki dışavurumu olarakta tanımlanabiliyor.



Sürrealist dememin sebebi, Sevgili Salvador Dali'nin "Dream Caused by the Flight of a Bumblebee around a Pomegranate One Second Before Awakening" tablosu üzerine yazılmış konsept bir albüm olmasındandır. Albümün açılışındaki (daha doğrusu introsu) "Brushstroke: dcbtfoabaaposba" parçasındaki anlamsız harfler dizisiyle tablonun isminin baş harflerini birleştirdiğimizde konseptin başlangıcını görüyoruz. Intro yaklaşık 1 dakika boyunca tual üzerine vurulan fırça darbelerini anımsatan seslerinden oluşuyor. Bu noktada albüm için "drawing music" tanımlaması yapılırki ne de güzel yakışır. Ki grup elemanları müzikle olduğu kadar sanatla da iç içe olduklarını buradan görebilmekteyiz.
5 tane olan bu brushstroke introlarından birinin adı da "An Elephant In The Delta Waves" tir ki gözümüz direk olarak uzun bacaklı filimize gidiyor. Bu Introda konuk sanatçı olarak "Azam Ali" gibi çok güçlü bir sesi duyabiliyoruz. Parçada tam olarak Azam Ali'nin tarzına uygun şekilde, etnik ezgilerle oluşturulmuş.
The Canyon Behind Her ile son rötuşlarını yaparak bizlere tablonun ve rüyanın ana karakteri, sahibi olan kadını ortaya çıkararak bir nevi "kendimizi bulmamızı" sağlıyor. "Is anybody fell this way, is anybody feel like I do?" diyerek tüm hislerini döktüğü parçalarda kendimize ne kadar pay çıkarabildiğimizi soruyor belki.


2005 yılına geldiğimizde grup Catch Without Arms albümüyle karşımıza daha düz, daha kolay hazmedilebilir bir şekilde çıkıyor. Albümdeki parçalar arası ve içi iniş çıkışlar albümün "zıtlık" konsepti üzerine kurulduğunu gösteriyor. El Cielo'daki karmaşık konsept yapı olmadığından genelde en çok tutulan (benimde dinlemekten en çok keyif aldığım) dredg albümüdür. En iyisidir demek çok güç ama en kolay hazmedilendir.
Leitmotif'teki "Movement" ve El Cielo'daki "Brushstroke" introlarını bu albümde göremiyoruz. dredg sürekli tekrara düşmek istemedikleri için evrilmeninde bir parçası olarak Catch Without Arms'ta bu introlara yer vermiyor. Bu yapı da albümü daha kolay hazmedilebilir hale getiriyor.


2009 da hakkında humeyni tarafından ölüm fetvası verilen Salman Rushdie tarafından yazılan "Imagine There Is No Heaven: A Letter to the Six Billionth Citizen" makalesinden esinlenerek yazılan bir "The Pariah, the Parrot, the Delusion"  albümü çıkar. Yine bir konsept çalışmasına girildiğinden bu albümde hazmedilmesi güç bir albüm halini alır. Bu albümü dinlerken de aklıma sürekli The Mars Volta gelmesi de ayrı bir konudur.
Albüm o dönemde bir trafik kazası sonucu komaya giren yakın arkadaşları ve aynı zamanda Deftones basisti Chi Cheng'e ithaf edilmiştir. Cheng aynı zamanda 2006 yılında "Live at the Fillmore"albümünde grupla beraber çalışmıştır. "Live at the Fillmore" dredg'in 3 stüdyo albümünün karma live versiyonu olarak piyasaya çıkmıştır.


Tüm bu gelişimden sonra gelelim esas başlığımıza.
dredg neydi, ne oldu?
Albüm henüz piyasaya sürülmemiş olsa da biz illegal yollarla bir şekilde ulaşıyoruz. Zaten dredg de albümlerimizin bu yolla edinilmesinde bir sakınca görmüyoruz dedi, hakkını helal etti.

Başlangıç kısmında da dediğim gibi albüm pop albümü gibi olmuş ama dredg pop yapsa bile birşeyler mutlaka farklı olacaktı, oldu.
dredg bu evrilme sürecini, bünyesinde barındırdığı elemanlaın farklı müzikal bakış açılarına ve zevklere sahip olmasından kaynaklandığını söylüyor.
dredg'in diğer bütün albümlerine bakacak olursak zaten sürekli bir değişim söz konusu, her albümleri farklı bir konsepte yer verilmiş. O yüzden bu adamları belirli bir türe/akıma bağlıymış gibi düşünmek en başından bir hataya düşmemize neden olur. dredg için mutlaka bir kategori belirleyecek olursak art-rock en yakın ve doğru olanı olur.
Son albümlerinde El Cielo'nun karmaşası ve konsept albüm yapısı yok, Catch Without Arms'ın iniş çıkışları da yok, The Pariah, the Parrot, the Delusion'ın yalın,senfonik yapısı veya Leitmotif ve The Orph'un sertliği de yok. Onun yerine grupta alışkın olduğumuz (ve özellikle benim sabah, öğle, akşam aç/tok karna aldığım) Post-Rock türünde duymaya alışkın olduğumuz, kulaklarımızdan girip her bir hücremizi saran gitar ve davulları olabildiğince geri plana iten prodüktör The Automator'un (bkz: Gorillaz) elektro/pop altyapısını görüyoruz. Bu da albümü yadırgamak için tek başına yeterli bir etken.
Albümün güzel yanları da var elbette. The Ornament, The Thought of Losing You, Somebody is Laughing es geçilmemesi gereken parçalar olduğunu düşünüyorum.


dredg'in geçirmiş olduğu bu değişim bir dredg sever olarak benide şaşırttı ancak bu "dredg bundan sonra bu şekilde devam edecek anlamına da gelmiyor. Yarın öbür gün bu abileri Londra Senfoni Orkestrasının başında görürseniz hiç şaşırmayın. Ya da death/black metal yaparken veyahut çayda çıra oynarken.
İlk albümlerinden itibaren sürekli değişim yaşayan ve kariyerlerindeki temel öğeyi değişim olarak belirlemiş bir grubun bu denli köklü bir değişime gitmiş olmasını yadırgamamak gerekiyor.

Genel olarak özetleyecek olursak "Chuckles And Mr. Squeezy" dredg'in genel kariyeri için çok tatmin edici bir çalışma olmasa da tek başına düşünüldüğünde oldukça başarılı sayılabilecek bir albüm. Yeterki onu dredg'in evrimsel müzik bilinci  içersinde ortaya çıktığını düşünerek dinleyelim.
Tabiki bu dredg'in uzun süre duraklayacağı ya da kendimizi bulduk diyecekleri bir tür olmamasını da can-ı gönülden temenni ediyoruz.

15 Nisan 2011 Cuma

Akıllara Zarar Konser Haberleri - The Cinematic Orchestra

Tarih: 20-21 Mayıs 2011
Yer: Tamirane/İstanbul

Geçen sene yine aynı tarihlerde yine aynı mekana gelmişti bu çok kişili/çok kişilikli İngiliz müzik dahileri. Nu Jazz ya da Acid Jazz diyebileceğimiz türde çalışmalar yapan abilerimiz Dziga Vertov'un 1929 yapımı sinema klasiği Man With The Movie Camera'ya yıllar sonra yaptıkları soundtrack ile kendilerinden söz ettirmeye başladılar. Sanırım Dziga Vertov bu yaptıkları çalışmayı görseydi, "daha güzeli olamazdı" derdi. O da şöyle bir şeydi işte.


Konserde The Cinematic Orchestra'nın yeni çıkacak albümünden bazı parçalarıda ilk defa dinleme fırsatı bulacakmışız. Garanti Bankası sponsorluğunda yapıldığından hemen Garanti Bankasında çalışan arkadaşlarla irtibata geçip davetiye falan ayarlamalı, ne de olsa çoğu kişi bilmez bu grubu, birşeyler ayarlamak zor olmasa gerek.
Geceleri uykusuzluk sorunu çekiyorsanız, kesinlikle en büyük ilacınız bir Me Fleur albümüdür. To Build a Home parçası bitmeden çoktan uykuya dalmış olacaksınız.

8 Nisan 2011 Cuma

Attention Please! This Will Destroy You! Listen Responsibly!


Albümleri çıkalı zaman geçmesine rağmen henüz yeni yeni dinlemeye daha doğru sindir-ebil-meye başladım. Bu tarz dikkat gerektiren gruplar bence mutlaka kulaklıkla dinlenilmeli, öyle teknoloji marketlerinden alınacak 15-20tl lik sony(!) kulaklıklarla falan değil tabi, kıyılabiliyorsa şöyle en okkalısından bir sennheiser alınmalıki her bir enstruman, her bir iç organınıza ayrı ayrı vurabilmeli. E tabi onun mali külfeti ayrı, ama yaşattığı keyif paha biçilemez.
Birtakım teknolojik araç ve gereçler temin edildikten sonra dün akşam saatlerinden itibaran bu sabah işe geliş saatlerine kadar mütemadiyen dinlenilen "Tunnel Blanket"ın tadı daha gerçek anlamda çıkarılmaya başlanılmış oldu.
Tabi ilk dinlemede insan alışkın olduğumuz twdy melodilerini ve yapısını ararsak çok büyük bir hüsran yaşarız, o yüzden albümü önyargısız dinlememiz gerekiyor.
Yeni albümde gitarlar ve bateriler tamamen arka plana çekilmiş işi ambiente bırakmış. Bununla beraber yeni albümlerinde noise ve yer yer drone üzerinde durmuşlarki bu değişim rotaları hakkında bizlere bir ön bilgi niteliğinde olmuş.
Tüm bunlardan sonra bu albüme bir Post-Rock albümü demek güç tabi. Gitar ve bateriler ara ara kendini gösteriyor ama alışkın olduğumuz melodik ritmik şekilde değilde, daha kaba tabirle "gürültülü" şekilde. Aslında gürültü demek kabalık falan değil türün adı bu zaten. Melodik gitarlar çekildikten sonra albümün atmosferin iyiden iyi soğuk, karanlık ve depresif bir havaya bürünüyor.
Bence Post-Rock gruplarının müzik yaşamları boyunca sürekli aynı kalıplara bağlı çalmalarıda çok yanlış, ha bazı gruplar hiç değişmesin elbet ama yeni başlayanlarda aynı iz üzerinden devam etmesin, kendi başlarına uçmayı öğrensin hatta havada birkaç artistik hareket yapsın, şaşırtsın bizi.
twdy müzik hayatına yeni başlamış, toplamda bildiğim 1 albüm
2 ep den sonra bu şekil ani bir değişikliğe gidilmesi bence cidden cesaret isteyen bir davranıştı. Ama yeteneği olan adamında hertürlü projeyi gerçekleştirecek cesareti vardır elbette.

Neyse siz şurdan bi tadına bakında sonra linki elbet yazının içinde bir yerlerde göreceksinizdir.

1 Nisan 2011 Cuma

Today, I was born in somewhere nice





Bundan 28 yıl öncesi. Annemin anlattığına göre, yine hafif yağmurlu ve yine bir cuma gecesi. 


Haha! Cidden şaka gibiymişim...

The World is a Deaf Machine