18 Ekim 2011 Salı

Music for Idiot(s) - vol.12



01 - Pet Slimmers of the Year - The Faith Of Our Hate (Heaven's Gate Part One)
02 - OdeOnDreams - Massive Distraction Weapon
03 - Year of No Light - Tu As Fait De Moi Un Homme Meilleur
04 - East of the Wall - The Ladder
05 - Shels - The White Umbrella
06 - Tomydeepestego - Dr. Disagius
07 - Irepress - Diaspora
08 - Shelter Red - The Moralist
09 - Kokomo -  Go, Mordecai
10 - Tuber - Sex And Depression

Post-Metal de insanın kendine yakışanı dinlemesidir. 

Uzun bir aradan sonra sağlam bir geridönüş yapılmalıydı. Ama tabi bu kadar kısa olmayacak, konuşulacak anlatılacak yığınla şey birikmiş, benim bile bilmediğim yeni öğrendiğim bir sürü sey. Ama şu an değil.
Özel sektöre kafam girsin. İnsanı aniden ortada mal gibi bırakabiliyor. Ama düştükten sonra ayağa kalktığında üzerini iyi silkelemelisin. Aksi takdirde götünün üzerinde toz kalabiliyor.
Ayağa kalktık üzerimizi de silkeledik, bi baksanıza götümde toz kalmış mı?

26 Temmuz 2011 Salı

Music for Idiot(s) - vol.11

      Jardin de la Croix                    
Ocean Cosmonauts                    
(2011)                    

Post-Rock insanın kendine yakışanı dinlemesidir. 

01 - Her Name Is Calla - Maw
02 - Exilym - One More Step Before The End
03 - G.OD - Eight Guns
04 - IO - This is Where the Cat Lives
05 - Deep In Thought - Aurora
06 - Jardín de la Croix - Ocean Cosmonauts
07 - Citizens of The Empire - Power Is Not To Be Conquered, It Is To Be Destroyed
08 - Tim, Face Berlin - Flight
09 - Kausal - Evac
10 - To Destroy A City - Narcotic Sea

MOGWAIsonrasıartıkhiçbirşeyeskisigibiolmayacak

Herkesin kanlı canlı görmek dinlemek istediği gruplar listesi vardır. İlk 5 için çocuğunu bile kesebilir. Nereye geldikleri, kaça geldiklerinin bir önemi olmadan atarlar kendilerini ordan oraya. Benim için Mogwai konseri öyle bir çerçeve içersinde gelişti. Aylar önce rakınkok şeysine geleceklerini duyduğumda, düzenleme ekibine sağlam küfürler etmiştim. Adamlar kitleyi nasıl vuracaklarını çok iyi biliyorlardı. Yurdum sınırları içersinde çok fazla belli olmasa da hatırı sayılır bir post dinleyicisi vardır. Bunların önünde Mogwai dersen değil çocuk torunlarını bile keserler.

İlk başta endişelerim oldu. Rakınkok gibi bir organizasyonun popülasyonu niteliksel olarak düşündüğümde, çok fazla kişinin ağzının ortasına ıslak tuvalet terliği ile şlap şlap vurabilitem olacağı su götürmez bir gerçekti. Lakin Mogwai izlemek için onları bile göze alarak, hem de fırsat bu fırsat sevgili ve saygıdeğer müdürümden (burada yağ çekme işlemi gerçekleşmemektedir, zaten müdürümün bunları okuması ihtimal dahilinde bile değildir, yani umarım) de güzel bir izin kopardıktan sonra kulaktan/gönülden geçen Mogwai sesleri ile gece 23.59 otobüsü ile İstanbul'a doğru yola çıkılır.


Hafta içi yola çıkmış olmam sebebiyle günün tüm iş yorgunluğu çöktüğünden yol boyunca uyuyuvermişim. Sabah gözlerimi ilk açtığımda ise bu görüntüyü görmek kesinlikle paha biçilemezdi. İlk defa "ulan keşke şöyle bir canonum olsaydı da daha sağlam bir fotoğraf çekseydim." dedim. Ama anı yaşamak, ölümsüzleştirmekten daha keyiflidir diyip kendimi avuttum. (Şu an için o makineye 1500tl ayıracak bütçeye sahip değilim)

14.07.11.08.38 the moment'ı elbetteki gerçekleşti ama o bize kalsın dedik, bize kaldı.

Benim olayım rakınkok olayı değildi tabi. O yüzden benine kurban olduğum Lemmy abim kusura bakmasın cumartesi gitmedim. Kamp olayları için fazla yaşlıydım artık, ki rakınkok güruhuna da hiç bulaşmak istemediğimi yineliyorum. Hem kampa kalan arkadaşların hallerini gördükten sonra da bir kez daha iyiki kamp olayına girmedim dedim.
Pazar öğle vakti AKM'nin önünde duran iki katlı otobüsün yanına gidip orda duran görevliyle "abi bu rakınkok otobüsleri ner..." şeklinde diyaloğa girmeye çalışırken kolumdan tutulup otobüsün içine paldır küldür atılmış bulundum. Hizmette saınır tanımıyorlardı. "Rak" demeden kapıp atıyorlardı seni içeri.
Yaklaşık 1.5 saat süren yolculuk sonrası kendimi göl kenarında bir çölün ortasında buluverdim. Dışardan ilk bakıldığında çekici gelse de otobüsten ilk indiğinde kendimi Texas çölünün ortasında bir Western filminde hissettim. Birazdan bir kabile reisinin gelip kafa derimi yüzmeyeceği garantisini veren olmazdı heralde.
Neyse efendim sürü psikolojisine uyup kalabalığın peşinden giriş kapısını bulmak için yürümeye başladım.

Bilet kontrol noktasından geçerken kendimi birden gerçekten havaalanında hissettim. Sıkı bir güvenlik kontrolü vardı, tabi göreceliydi herşey.
Biletleri teslim edip pembe renkli bilekliği taktıktan sonra (ki bilekliği ters çevirip siyah yaptıgımda bana düzeltmem konusunda uyarı da bulundular, daha feminen bir renk seçemediniz mi diye de çıkıştım tabi. En azından unisex bir renk olsaydı iyiydi.)

Sonrasında karşıma koca bir LIKE ME şeysi çıktı. Efendim takılan özel bir bileklikle facebook hesabını eşleştirip oraya buraya layk atabiliyormuşuz. Tüm sevimliliğiyle yanıma gelen görevli hatuna "ben facebook kullanmıyorum" cevabını verdiğim andaki yüz ifadesini görmeliydiniz. Bir uzaylıymışım gibi davranmaya başladı. Tamam kullanıyorum ama ne gerek var şimdi koluma bi sürü salak saçma şey takmaya. Yok ilacını aldık bu bileklikle gidip acilden ilacını alırsın, yok konsere alanına giriş çıkışta delikanlı bileklik, like me zamazingosu. Ben bi tek mogwai'a bakıp çıkacam, gerisini istemiyorum zaten.

Tüm o el kol hedehödölerinden kurtulduktan sonra Genç'le buluşulup kokakola çadırının gölgesinde pusuya yatıldı. O güneş altında durmak hiç akıl karı değildi çünkü. Aman gripin vokalistininde görmeyeyim boşverin. Oturduğumuz yerden sesini duyuyorduk zaten.
Biz elimizde batak kağıtları başladık birasına oyuna. Tabi yine bahtsızlık kol geziyordu, oyunu yeni öğrenen iki kişi ve Genç çakalla oyun oynamak hiçte kolay olmadı.
Gripinden sonra sahneye çıkan Friendly Fires'ı, Friendly Fries şeklinde takdim eden sunucunun bile kafasına güneş girmişken ortalıkta dolaşan enteresan tiplerin yaptığı garipliklere pek bişey diyemiyordum. Özellikle hemen yanıbaşımızda ağzında salak bir düdükle metallica çalarken dinlemek, of tam bi kabustu. Ağzının ortasına geçirip o düdüğü yutturmak başta olmak üzere türlü türlü fanteziler geçti aklımızdan, ama sakin olmalıydık tabi.

Rakınkokta ilk defa bir çin yemeği yedim. Yediğim çin yemeği değil bildiğimiz makarnaydı ama çin yemeği olunca adı erişte oluyormuş. E şimdi çin yemeği olunca haliyle chopstick denilen enteresan aletlerle yenmesi gerekiyor. İlk defa çin yemeği ile karşılaşan biri olarak önce nasıl tutulmaları konusunda geniş bir gözlem yaptım, baktım hepsi kafasına göre tutuyor, bende bi şekilde beceririm diyip ilk 10dkda ağzıma pek bişe koyamadım tabi. Hoş benimkinin brokoli içerikli olması da ayrı bir komedi unsuruydu. Bir süre sonra alışılıyor ama. İçinden enteresan otlar falan çıkıyorda tadı fena değildi.

Rakınkok grupları içersinde izlemek istediğim 3 tane grup vardı. Bunlardan biri İlhan Erşahin, diğeri On Your Horizon ve elbetteki Mogwai idi. Malesef zamanlama hatası nedeniyle İlhan Erşahin abimizi göremedim. Kendisi Türkiye'de yetişmiş en iyi müzik adamlarından biri. Hoş Türkiye'de yetişmedi belki ama en azından isminde bir bizdenlik var. Hoş biz başarılı, bilgili ve yetenekli olana asla sahip çıkmayız da konumuz şimdi o değil. Keyifli keyifli devam edelim biz..


Ama sözkonusu yurdum post grupları olunca o konuda epey hassas oluyorum. Kendileri tam sahneye çıktıkları anda yetişivermişiz. Çok büyük bir kalabalık yoktu ancak yine de iyiydi. Hoş zaten mümkünse bilen bilmeyen herkes gelmesin. Daha çekirdek daha bizden bir kadro olsun isterim. Ki öyleydi de. On Your Horizon sahnedeyken tüm gözler çellist Gülşah Erol'daydı. Hem görsel, hem işitsel açıdan estetik doluydu.
Tabi grup bütün olarak sahnedeydi, kimse bir diğerinin önüne geçmiyordu. Bildiğimiz sevdiğimiz parçalar da en ön plandaydı.


On Your Horizon sonrası artık Mogwai için hazırlık yapılmaya başlamak gerekiyordu. E malum alkol bu aralar özellikle bu aralar daha fazla kötülenmeye, karalanmaya, yasaklanmaya çalışılsa da hayatın en güzel parçalarından, hayatı en çok güzelleştiren parçalarından biridir. Kafalar güzel olmadan Mogwai kafasını yakalamak pek mümkün olmayacaktı. E altyapı çalışmaları artık başlamalıydı.
Rakınkok standlarından birinde biralı kokteyller yapıldıgı gözüme çarptı. Ki son zamanlarda evde Erman'la beraber daha farklı tatlar yakalamak için yoğun bir çalışma başlattık. Bunun içinde aldığımız şuruplar epey işe yarıyor. Bu şuruplar normalde gida sanayinde kullanılmak için üretilmiş olsalarda tabi genelde alkol reyonları yakınlarında bulunuyorlar. Biz onları hain planlarımız içersinde çoktan kullanmaya başlamışız.
Neyse bu alkol olayında farklı tatlar yakalama konulu ayrı bir başlığımız olacak yakında, ama rakınkokta içtiğim bira+sprite+nar şurubu karışımı epey güzeldi. Ama dikkat etmek lazım, içimi çok ama çok rahat oldugundan hızımızı alamayıp çok rahat "göt" olabiliriz. Bu nokta da "Please Drink Responsibly" ya da "Bi Zahmet Götünüzle Değil, Ağzınızla İçin".

Mogwai öncesi sahnede adını hatırlayamadığım, punk yaptıklarını iddaa eden birkaç zibidi vardı. Onları sevmiyor olmam bana hakaret etme özgürlüğü getirmez ama tiplerine bakınca zibidi kriterlerini karşıladıklarını çok rahat görebiliyoruz. Hem istediğim hakareti de ederim kime ne?
İşte bu zibidiler ses sistemine ne yapmışlarsa artık, Mogwai öncesi bana 30 yıl gibi gelen bir bekleyişe sebebiyet verdiler.

Bu ne idüğü belirsiz grubun sahneden inmesi sonrası Deniz'le beraber saatlerimizi kurup, ben yeniden bira kuyruğuna doğru, Deniz ise sahne önünde yer kapmak için sahneye doğru giderek görev yerlerimizi aldık.
Saatler 22.15'i gösterdiğinde herkes birden ayağa kalkıp sahneye gözlerini dikmeye başladı. E artık zaman gelmişti. Fakat bu o kadar kolay olmayacaktı. Bitmek bilmez bir soundcheck çilesi devam ediyordu. Bir gitar ele alınıp vıcı vıcı yapılıyor, o bırakılıp bateri başına oturuluyor, mikrofonlardan "one, two, yes, ouv ouv" şeklinde sesler yükseliyor ama bu çile bir türlü sona ermiyordu. Seyirci her ne kadar efendi olsa da artık sabrın sınırları zorlandığından alkış sesleri yükselmeye başlamıştı. Ama bu alkışlar kesinlikle protesto amacıyla yükselmiyor, aksine Mogwai için ne kadar sabırsızlanıldığını onlara ne kadar çok değer verildiğini ifade ediyordu. Şöyle bir dönüp baktığımda arkamda enfes bir kalabalıkla karşılaşmak ta büyük mutluluk vericiydi.

Saatler 22.45i gösterdiğinde kırmızı elbiseli bir sunucu sahneye çıkarak Mogwai sunumunu yapmaya başladı. Hatun çıktığına çıkacağına bin pişman oldu. Sahneden kovulmaktan beter edildi. Kalabalığın hıncını ve sabırsızlığını gören ablamız sahneden kaçar adımlarla iniverdi.


....ve en sonunda grup elemanları sahnedeki yerlerini alarak White Noise ile açılışı yaptılar. Arkama dönüp kalabalığa baktığımda deminden beri yerinde duramayan, alkışlar koparan, söylenen kalabalıktan eser kalamamıştı. Mogwai beyaz beyaz seslerle ışınlamıştı. Setlisti tam olarak hatırlayamayacam şimdi ama bir önceki gönderideki tahmini setlist %95 oranında tutuyordu. Aklımda kaldığı kadarıyla çaldıkları parçalar, White Noise, How to be a Werewolf, I'm Jim Morrison I'm Dead, Killing all the Flies, San Pedro, Rano Pano, Auto Rock, Mexican Grand Prix, Hunted by a Freak, Mogwai Fear Satan, Batcat.


Çalmazlarsa olay çıkartacağım parça Killing all the Flies idi. Ama o müthiş girişi duyduktan sonra tüylerin diken diken olmasıyla ayak bağlarımın çözülmesi bir oldu. Artık bu dünyaya ait değildim. İlk 3 parçanın sakinliği Killing all the Flies'ın sonlara doğru yükselen ritmi ve patlamasıyla artık Mogwai'ın sarsma zamanının geldiğinin işareti gibiydi. Ki artık hareketlenme zamanı şimdi San Pedro girecek dememle birlikte o gaz dolu heyecan dolu parça patlayıp girer. O andan itibaren seyirci hareketlenmeye başlar, büyük bir transtan çıkmış gibiydik. Hemen akabindeki Rano Pano ile beraber damarlardaki kan iyice hızlanmaya başlar. Kült parça Auto Rock ve hemen ardından hız sınırlarını aşan Mexican Grand Prix ile artık iyice havalandık derken Hunted by a Freak sayesinde tıpkı klibinde olduğu gibi yavaş yavaş düşüşe geçip yere çakılmaya başladık. E olmazsa olmaz Mogwai Fear Satan çalmazlar sanıyordum ama öyle güzel bir girdiki, seyirci öylesine kendinden geçmişti ki en sakin, en sessiz yerlerdinde bile çıt bile çıkarmıyordu. Nasıl çıkaralım, dünya üzerinde değildik. Scotty bizi öyle bir yere ışınlamışki, dünyevi tüm tepkilerimizi, hislerimizi üzerimizden atmış gibiydik. Son olarak Batcat yerine Glasgow Mega Snake gireceğini sanıp sonradan Batcat'e başlamaları ile, dumurla karışık hüsran yaşadım ama Batcat yani, karşı koymak imkansız.

Aksaklıklar olmadı değil, oldu elbet. Geç çıkma mevzusu, parçalar esnasında gitarların kimi yerlerde istenilen performansı vermemeleri üzerine öfkelenen elemanlar, ama bunu tüm profesyonellikleri ile kısmi şova dönüştürüp hissettirmeme çalışmaları çok hoştu. Yakışandı. Batcat parçasında bu öfke en üst düzeye çıksa bile yinede efendilikten ödün vermediler. Kimi yerlerde gitarı yere fırlattı, yok bilmem bateriyi yaktı gibi enteresan şeyler duysamda öyle bişey olmadı. Gitarı çok narin bir şekilde bırakmadı belki ama atmadı da. Bunları söyleyen arkadaşlar konseri nerelerinden izlemişse artık.

Konser bittikten sonra artık  hiçbir şey duymak istemiyordum. Koşar adımlarla o alanı terketmek gerekiyordu. Neyseki otobüs çilesi yaşamak zorunda kalmadan gayet rahat bir dönüş yaşadıkta konser süresi kadar süren yok boyunca konseri başından sonuna kadar şekillendirme rahatlığıım oldu. Gece 04.00 otobüsüne bindiğim andaki rahatlık ile İzmir'e kadar uyumuş kalmışım...

Ne Mogwai konserinde ne de diğer konserlerde fotoğraf veya video olayına girmek istemedim. Anı ölümsüzleştirmek anı yaşamak kadar keyif vermiyor. Hem ne de olsa bir sürü hayırsever vatandaş bizlerin yerine ölümsüzleştirme işlemini gerçekleştiriyor.
Umarım rakınkok ekibi yurdum post insanının ne kadar ciddi bir dinleyici olduğunu görüp gelecek sene bir Explosions in the Sky, bir Mono, bir Sigur Ros, bir 65daysofstatic, bir Gods Pee. (yok yok onlara bulaşmasınlar, onları çok farklı bir sahnede izlemek lazım) ama bir Maybeshewill, ah bir ISIS diyesim var ama artık ne mümkün. Hatta ve hatta koca bir post sahnesi olsa ya.
Bir saniye onu da geçtim iyice kafayı kırıp post-rock festivali yapılsa ne müthiş olur. Overdose tehlikesi yaşayabilitem olabilir tabi ama olsun yine de razıyım. Hem böylece, sadece On Your Horizon değil diğer yurdum post gruplarınında (Help! The Captain Threw Up, Kupka, Oracles Always Lie, Mauna Kea) aynı sahneyi paylaşabilme şansı olur. Çok fantastik bir düşünce oldu ama neden olmasın? Ha neden?

22 Temmuz 2011 Cuma

Very Dangerous Method


Bir süredir "yahu vizyona ne zamandır doğru dürüst film girmiyor, şöyle ağız tadıyla bir film bekleyemiyoruz." diye hayıflanıyor, söyleniyordum.

En son "Inglorious Bastards"'ı sabırsızlıkla beklemiş ve izlerken büyük bir orgazm yaşamıştım. Sebebi ön sevişmeyi uzun tutmamdı.

Şimdi de karşımızda uzun bir ön sevişme yaşadığım başka bir yapım var. Yapımın ne yönetmeni, ne oyuncuları, ne de konusu (kısmen evet) ilgimi çekiyor. Beni çeken esas nokta "Jung" faktörü.

Çoğu psikoloji öğrencisi "Freud"u putlaştırıp tapınırlar. Psikoloji dünyasındaki yeri elbetteki yadsınamaz. Nitekim babasıdır. Ama nedense benim zat-ı muhtereme hiç öyle bir hayranlığım olmamıştır. Tamam saygıda kusur etmeyiz asla, kuramları tapılası olsa da benim için Jung apayrı bir yerdedir. Kişilik Kuramları dersinde kendisiyle tanışmam ve sonrasında kuramlarını derin derin incelememle işte budur dedim. Tabi Jung'un da sevmediğim yanları oldu ama hangimiz mükemmeliz ki?

A Dangerous Method fragmandan gördüğüm kadarıyla Jung'un, hastası Sabina ile yaşadığı tedavi sürecini ve sonrasını anlatıyor. Bu da bana 2002 yapımı Prendimi L'anima (*b.d.a.: The Soul Keeper)'ı hatırlatır. O filmde aynı hikaye geçmektedir. Ki zaten her iki yapımda kitaptan uyarlanma olduğu için bence biraz gereksizce bir yeniden yapım olmuştur. Yeniden çekimleri sevmem ama bu filmde beni çeken birtakım şeyler var.

   The Soul Keeper'dan, izlerken kendinden geçilesi enfes final sahnesi.                      

Yönetmen koltuğunda David Cronenberg gibi arıza bir yönetmen var. Korku ve vahşet filmleri baronunun bu filmle ne işi olabilir diye kendi kendime sordum önce. Sonrada son dönemlerdeki yapımlarına bakarak biraz imana gelmiş olabileceğini düşündüm.
David abimizin Viggo Mortensen (nam-ı diğer Kral Aragon) ile çevirdiği 3cü filmi. Ki kendisine Freud gibi kral gibi bir rolü vererek namını sürdürmesine yardımcı olmuş.
Sabina rolünde gördüğümde kalbimi titreten tapılası hatun Keira Knightley var. Pride and Prejudice filmi ile kendisine aşık olmuştum. Çoğu filmini izledikten sonraki görüşüm bu hatunun mümkünse hep tarihi filmlerde oynaması gerektiği yönünde oldu. Ki yakın zamanda Anna Karenina olarak karşımıza çıkacakmışki merakla bekliyoruz.
Gelelim filmdeki esas karakter olan Jung'a. Kendisini Inglorious Bastard'ta oldukça karizmatik bir karakter olarak görmüştük. David abimiz kendisine, karizmasını en üste çıkaran rollerden birine oturtarak hakkını vermiş.


Umarım bizlere güzel bir seyir keyfi yaşatır. Orgazm yerine erken boşalma olsun istemiyorum.

*b.d.a.  İngilizce kullanımda "also known as" kısaltması a.k.a. yı kullanmak istemediğim için bi tarafımdan uydurduğum "bir diğer adıyla" tanımlamasının kısaltmasıdır. Bundan sonra böyle, a.k.a. ne ak!

11 Temmuz 2011 Pazartesi

İstanbul için 3, Mogwai için 7 kala...


Hiçbir konser bu kadar heyecanla beklenmemişti. Hiçbir konser bu kadar anlamlı olmamıştı.
Şimdilik söylenebilecek çok bişey yok, ama İstanbul dönüşü şayet akli dengemiz yerinde kalır ise söyleyecek çok şeyimiz olacak.

Konser öncesi yaşanacak 14.07.11.08.38.b.v.i. koordinatlı "the moment" ise...

Yok, o sadece bize kalsın.

Gönlümden şöyle bir playlist geçti. Playlist seçimlerinde hata payım %10 civarıdır. (Benimle beraber Giaa izleyenler bilir.) Bu listeyi de konser sonrası tekrardan değerlendiririz. Tabi herşey akli dengenin yerinde kalmasına bağlı.

25 Haziran 2011 Cumartesi

higher dimensions of consciousness...


Mail adresim bu güne kadar daha güzel bir mail görmemiştir.. Aylar önce şiddetle istediğimi belirttiğim sanat eserinin siparişin sonunda verdim. Uygun bedenin stoklara gelmesini bekliyordum ve sonunda geldi. Ama yine bir sorun vardı. Sevgili toolarmy Türkiye'ye gönderim yapmıyordu. Diğer alışveriş sitelerinden ne kadar takip ettiysemde bulamamıştım.
O sorun ince bir ayar sayesinde en güzel insanlardan birinin yardımıyla da çözüldü.
Sabırsız bekleyiş başladı.
Şimdi tek sorun onu Esra'nın elinden alabilmek. =)

19 Haziran 2011 Pazar

Baroness


Uzun uzun zamandır (geçen sene) kendilerini dinleyeceğime dair kendi kendime söz veriyordum ancak bir türlü nasip kısmet olmadı. Biliyorsunuz artık tüm hayatımız mukadderat üzerine kurulacağından şimdiden kendimizi bu söylemlere hazırlamalıyız. Neyse konumuz o değil.
Baroness dikkatimi ilk olarak yüce ISIS ile beraber çıktıkları Japonya turnesinde çekmişlerdi.  Aaron Turner abimiz birilerinin elinden tutup ta Japonya'ya gezmelere götürmüşse bir bildiği vardır elbet dedim. Fakat gel görelim ne kadar aklıma gelse de dinleme fırsatım olmadı. Taa ki Long Distance Calling son albümünü çıkarıp bana "ya şu Post-Rock'ı artık biraz sek içmek gerekiyor" dedirtene kadar. Post-Rock'ın sek hali olsa olsa Post-Metal olur diyerek yola koyulmuştum. Grupları araştırırken vakt-i zamanında kısa süreli de olsa eski takıntılarımdan "Sludge" türü sürekli olarak gözüme çarpmaya başladı. Yeterince bulanık olmayan algılarımı biraz daha zorlamak adına koyver gitsin diyip bir virgül daha koyarak sludge türünü arama sekmesine ekleyiverdim.

Peki nedir bu Sludge?

İlk olarak "cici" grup Melvins tarafından (bkz: King Buzzo) temelleri atılan doom metal ile hardcore-punk karışımı distortion ve dengesiz iniş çıkışlarla dolu temposuyla, southern, stoner soslu garip karmaşık bir tür. Çamur gibi.


Sanırsam bu türle ilk olarak Crowbar'ın self-titled albümlerini dinleyerek tanışmıştım. İlk tepkim "Bu ne lan ak?" idi. Tabi öyle Metallica'dan Nothing Else Matters dinlemeye benzemiyordu. ISIS'le o ulvi tanışmadan sonra kendileri üzerinde Sludge ibaresini gördükten sonra hemen Crowbar'a bir daha göz attım ama bu sefer ISIS'in yaratmış olduğu büyüleyici etki yüzünden yine bir tat alamadım. Artık son şansları ve sanırım bi sefer kazanacaklar.
ISIS Sludge türünden etkilenen ancak onu sadece yardımcı olarak kullanan bir gruptu. Neurosis, Mastodon, Torche, Kylesa, Cult of Luna, Pelican* gibi daha bilindik(!) (kime göre, neye göre) grupları sludge etkisiyle müzik yapan diğer güzide gruplar. Post-Rock'a 2 ölçü Sludge eklenirse Post-Metal oluşur gibi bişey de söylenebilir aslında.
Sludge kendi içinde Stoner ve Southern ana olmak üzere birtakım kollara ayrılıyor. İşte bu kolların progressive tarafında Baroness durmakta.


Baroness için progressive safta duruyor dedik ancak Mastodon gibi bir grup beklemeyin elbet. Onlar apayrı bir dünyanın grubudur. Hoş geçen sene Sonispherede son dakika golü ile kaçırdık kendilerini. Bu sene pek gitme taraftarı olmadığımdan, sonisphere olayını da zirvede bırakmak istediğimden yine gitmiyor ve izleyemiyorum. Iron Maiden benim için çokta fifi ama Mastodon'u izleyemeyeceğim için üzülecem o ayrı tabi.
Baroness Mastodon kadar progressive durmasa da Mastodon'dan çok fazla etkilendiği çok açık bir şekilde belli oluyor.
Siz siz olun (burada kendilerine şiddetle önerdiğim Blue Record albümü için sevgili wackybacky'den özür diliyorum) grubu ilk albümlerinden dinlemeye başlayın. (Hoş kendileri şiddetli uyarımı çok ciddiye alıp tüm albümlerine saldırmıştı. Zeki insanın hali bir başka oluyor canım.)

Müzik dünyasına ilk girişleri 2003 yılında First albümüyle olur. Çok eski bir grup değiller ama bu girişle çok uzun ömürlü olabilecekleri yönünde iddalı olduklarını göstermişlerdir.
Şahsi kanaatim, özellikle metal dünyasında klasik heavy metal ve türevleri türünde çalışmalar yapmak artık çok fazla rağbet görmemeye başlayacak. (Bu türlerin duayenlerini saymayalım tabi) Müzik dünyasının artık daha deneysel, daha farklı, daha uç çalışmalara ihtiyacı var. İki vıcı vıcı yaparak düz kafa sallama hareketinde yorulmaya başlamıştık zaten.
Fakat Baroness ve türevlerinde tam kendimizi parçanın ritmine kaptırmışken "çat" bi yerden çok alakasız bir melodiye dönüşüp sizi dumur vaziyette bırakabiliyor. Bu yapı ilk çalışmalarda çok fazla hissedilmezken daha sonraları daha çok oturmaya başlar. Sanki albümlerinin artworkleri (o şaheserlere birazdan gelecez) karmaşıklaştıkça, detaylar arttıkça albümler içindeki parçalarda ufak ufak detaylarda artmaya başlıyor gibi oldu.
Çok fazla (hatta hiç) teknik bilgiye sahip olmasamda First albümündeki gitarların Baroness albümlerindeki en etkileyici gitarlar olduğunu söyleyebilirim. Özellikle Tower Falls parçasında daha ilk dinleme de bile akıllara çok net bir şekilde kazınabilen güzellikteler.

Vokalist John Baizley bu albümdeki vokaller ile bana çok net bir şekilde Aaron Turner'ı hatırlatırki bu bile First albümünün, kendini diğerlerinden daha fazla ön plana atabilmesinin ve dikkatimi daha fazla çekmesini sağlar. Ancak bu vokal diğer albümlerde devam etmiyor. Daha da temize kaçan vokaleler başlıyor ve bu benim gruba karşı biraz soğumama neden oluyor. Ama tam anlamıyla bir soğumanın gerçekleşmesi çok güç. Çünkü Baroness'in çamurlarından bir kere nasibimi aldım, temizlemesi o kadar kolay değil.
Zaten Baroness bir vokal grubu değil. John Baizley'in de "ben çok taşaklı bir vokalim" dercesine bir duruşu yok. Baroness enstrumantal ve teknik yapısıyla öne çıkan bir grup. Her bir elemanı kendi kafasına göre çalan ama uyumu asla kaybetmeyen güzellikteler. Bu onları yeterince etkili kılmaya yetiyor.
Bateriler için de söyleyecek çok fazla şey bulamıyorum. Kafa s.kmeyen ama ben burdayım diyebilen güzellikteler. Bazen çok fazla arka planda durur, ama parçanın en beklenmedik yerinde kendini savaş meydanına ortaya atan cengaver gibi girer. Dikkate alınasıdır, takdir edilesidir.



Grup elemanları Mastodon ile hemşehriler. Bu hemşehrilik Mastodon'un yakalamış olduğu şöhretle beraber grup içinde birçok yönden Mastodon esintisini/ilhamını bizlere hissettirmekte. Ama tam anlamıyla karşımızda bir Mastodon özentisi durumu değil tabi. Bunu söylemek onlara çok büyük haksızlık olur.
Henüz 2 (First ve Second albümlerini birleştirirsek -ki daha sonra remastered olarak yayınlanıyor- 3. bir albüm eder) stüdyo albümü yapmış olmalarına rağmen orjinal duruşlarıyla müzik piyasasında hatırı sayılır bir yer edindiler.
Sludge Metal içersinde bir Baroness-Mastodon karşılaştırması yapmak gerekirse de Mastodon'u progressive Baroness'i sludge taraftadır diyebiliriz.
Bu satırların yazıldığı esnada Mastodon'un sahneye çıkmış olması lazım. Bizde burdan dinlemekle yetinelim, ne diyelim, bir dahaki sefere artık.


Genel görüş son çıkan albüm çoğu zaman diğerlerinden daha iyidir şeklindedir. Ama bu çok büyük bir yanılgıdır. Tamam müzik grupları herzaman için bir önceki albümdeki başarının üstüne çıkmalıdır mantığı kısmen doğrudur ama o zamanda çok kasıntı çalışmalar ortaya çıkıyor.
Bu noktada benim için Baroness'in Red Album'ü, Blue Record'tan daha iyi bir seviyededir. Yine de her ikisi için First albümdeki vokaller devam etseydi demeden edemiyorum.


Grubun en çarpıcı noktalarından biri yukarda gördüğümüz artwork çalışmaları. Bu çalışmalar vokalist John Baizley'e ait. İlk albümden başlayarak incelediğimizde her albümde daha karmaşık, daha detaylı çizimler ortaya çıktığı görülüyor. Bunun albümdeki parçalarda da farkedildiğini rahatlıkla söyleyebiliriz. Özellikle son albüm kapağındaki ayrıntılar çok etkileyici. Kadın figürünü gayet realistik yaklaşarak çizmiş olması benim en çok dikkatimi çeken nokta oldu. Herhangi bir makyaja gerek duymuyor. "Güzel" gösterme amacı gütmemiş.

John Baizley sadece kendi grubu için değil aynı zamanda genel olarak sludge metal gruplarına da çizimler vermiş yetenek konusunda aşmış bir insan.


En üstteki artwork'un sludge ile uzaktan yakından bir alakası yoktur. Ama öylesine şükela insanlarki izlemeye ve dinlemeye doyum olmuyor. Kendileri hakkında daha detaylı bilgiye buradan ulaşabilirsiniz. Kendilerinin Baroness ile olan bu münasebetleri beni şaşırtmıştır. Ama gayette güzel bir çalışma olmuştur. Bu adam ne kafası yaşıyor böyle dedirtmeden edemiyor.

Son olarak siz siz olun bu grubu çok fazla görmezden gelmeyin. Sizi zorlarsa siz onu daha çok zorlayın. Çünkü tadı çok sonraları açığa çıkmaya başlıyor. Belki vokal konusunda biraz daha çalışmalar yapılırsa dinlenilmesi ve hazmedilmesi çok daha kolay bir grup olacaktır.

13 Haziran 2011 Pazartesi

Göte giren şemsiye açıldı. ŞEMSİYEN hayırlı olsun Türkiye

Seçim sonuçlarından sonra şu haritaya bakıp, kaba değil kelimenin tam anlamıyla doğru bir tabirle Türkiye'nin üzerine sıçılmış olduğunu görüyorum. Heralde AKp için daha güzel bir renk seçilemezdi.
Ülke boka bulanmış vaziyette artık. Ama bu sonuç kesinlikle kaçınılmazdı. Legal ya da illegal farketmez AKp yine iktidar oldu. Yasakladıkları yasaklayacaklarını teminatı oldu.

Bardağın dolu boş tarafından çok içindeki sıvının niteliği ilgilendiriyor bizi. Dolu tarafına bakarsak en azından anayasayı değiştirebilecek salt çoğunluğa sahip olamadılar. AKp kendi milletvekili sayısını kendi elleriyle azalttı aslında.Yeni seçim kanununun bunda etkisi vardı tabi. 2002de %35 ile 361, 2007de %47 ile 345 milletvekili çıkartırken bu yıl %50 ile 326 tane çıkarabildi. Yüzdelikler ve milletvekili sayıları arasında ters bir orantı var. Bunda barajı geçemeyen partilerin oylarının çok alt seviyede kalmış olmasının etkisi çok büyük. Dolayısıyla avantadan milletvekili çıkaramadı. Bağımsızların doğu illerini tekellerine almış olmaları da ayrı bir etken tabi.

%50 ciddi bir rakam. Ülke resmen ikiye bölündü. Ancak yineliyorum, bunun öyle olacağı belliydi. Hiçbir sol partinin AKp karşısında şu an için varlık gösterebileceğini sanmıyorum. Ki ülkemizde sol parti adına herhangi bir oluşumun kaldığını da sanmıyorum. AKp dağılan sağ ve muhafazakar partileri bünyesinde toplayıp güçlenen bir parti. O yüzden sağ kanattan partiler belki uzun vadede bir varlık gösterebilir. O süreçten sonra sol kanat adam akıllı kendini gerçek sol mantıkla ifade edebilirse belki kafa tutmaya başlayabilir. Ama şimdiki süreçte muhalefet olmaktan öteye gidemiyor malesef.

Gözlemlediğim kadarıyla gençlik apolitikleşmekten uzaklaşmaya başladı gibi. Yılmaz Özdil siyasetçisi olsalar da en azından ucundan birşekilde ilgileniyorlar. Bu da bir bakıma sevindirici tabi.


5 Haziran 2011 Pazar

...


"I can't tell if you are getting closer or farther away

I long for the serenity I found when I looked upon your face

Perhaps if your face could be returned to me now,

I would find it easier to recover the face I seemed to have lost

My own"



Not: Bazı "..."lar hakkında yazamazsınız. Bu bir film olur, bir müzik grubu olur, bir edebi eser veyahut bir insan. Farketmez. Ne kadar çok zorlarsanız zorlayın mümkün değil, yazamazsınız. Çok fazla cümle kurmak istersiniz ama kuramazsınız. Sorun sizde değildir. Sorun hakkında yazamadığınız "..."da. "Anlatmaya nerden başlasam, ne desem az kalır, anlatılmaz yaşanır"ın da ötesinde bir "..." bu. Bir önceki "..." kaydında olduğu, ve gelecek diğer "..." kayıtlarında olacağı gibi.

Seven six two millimeter "Full Metal Jacket"



Private Joker: Leonard, if Hartman comes in here and catches us, we'll both be in a world of shit.

Private Gomer Pyle: I am... in a world... of shit.

30 Mayıs 2011 Pazartesi

This is my MİM



Sevgili Wackybacky beni can evimden mimledi. Tüm işlerimi bıraktırdı düşdündürmeye başladı.
Kendisi verebileceğim cevapların ne kadar çok fazla olacağını da çok iyi biliyor. Mimlediği diğer değerli insanların ve kendisinin de öyle düşündüğüne eminim.

Benim cevabım biraz farklı olacak. Ne post dünyasından gelecek ne de TOOL dünyasından. Bambaşka bir galaksiden, bambaşka bir kafadan.

Aslında bu bir müzk parçası da değil. Bir kitabı, bir filmi bir hayatı içine sıkıştıran bir kara delik gibi adeta.
Çok uzun zamandır benimde sabahları alarm müziğimdir kendisi. Her sabah bana kapıyı açıp bir adım içeri atmamı söylüyor. Bi ara kendisinden uzaklaşmak istedim, daha neşeli daha melodik müziklerle uyanmayı denedim ama ı ıh olmadı. Uyanıp adım atmak yerine yeniden uyumama neden oldu. Neredeyse işimden oluyordum. Demekki hayatta neşeli olmak pek işe yaramıyormuş dedim sonra yeniden geri dönüş yaptım. Yine herzamanki gibi sabahları kapıyı açıp bir adım atıyorum artık.

Yukardaki flashı bir zamanlar Fight Club'ın Türkiye'deki forum sitesinden araklamıştım. Arak esnasında tüm html kodlarını öğrenmişimdir heralde. Öyleki sitenin en derinlerine inip .swf kodunu bulmak baya bir zamanımı almıştır. Parça The Dust Brothers'a aittir. Ve evet vokalde Tyler Durden'ın ta kendisi vardır.

29 Mayıs 2011 Pazar

Akıllara zarar albüm haberleri...





Akıllara zarar haberler serisinde akli dengeyi bundan daha fazla sarsabilecek bir haber olabileceğini düşünmüyorum. Belki konser haberlerinde olabilir ama bu haber olmadan diğerinin gerçekleşmesi biraz güç.
Çok uzun zamandır bekliyorduk. 2010 mayısı denildi gelmedi, 2011 mayıs denildi içindeyiz halen gelmedi. Şimdi de 2012 mayıs dediler. Sabırla ve sabırsızlıkla bekliyoruz.

Ancak açıkçası korkularım var. Ama hangisinden korkacağıma da karar verebilmiş değilim. Yeni albümün metabolizmaya vereceği zarardan mı korkmalıyım yoksa en üst düzeyde olan beklentilerin nasıl karşılık bulacağından mı bilemedim. Durum o kadar vahimki iki saattir şu cümleyi bile kuramadım.
Hoş kıçı kırık ingilizceyle ne dediklerine dair tam olarak bir çıkarım yapamadım ama "new CD will be released on MAY 22, 2012 (or MAY 15, 2012)"cümlesi bana yetti. Hatta arttı. Artık hangi kafayla kim yazmışsa bu mektubu.

Koca bi sene daha bekleyecez, ama değecek, tüm kuşkular korkulara rağmen değecek. Ve şayet uslu bir çocuk olursak gelecek sene TOOL'u canlı izleme şansına bile sahip olabiliriz.

26 Mayıs 2011 Perşembe

Bu başlığa uygun küfür bulunamadı!



Evet bu yazıya başlık olarak uygun küfür bulamadım. Aslında bunu bekliyordum. Sonuçta Beat kuşağı kadar Yeraltı Edebiyatıda aykırılıklar üzerine yazılar yazan bir edebi tür. Ama yine bazı edepsizler kalkıp dünya üzerinde parmakla gösterilen, takdir edilen, yazarları tek tek yasaklamaya devam ediyor. Sebep? çok fazla cinsel istismar içerdiği içinmiş.

Chuck Palahniuk benim hayatımın miladını belirleyen bir insan gibidir. Beni ben yapandır. "Let the chips fall where they may!" dedirtendir. Bu adamın kitapları hayatımın birer ders kitabı gibidir. Fight Club benim için dönüm noktasıydı. Ne kadar popüler olduğu zerre kadar umurumda değildir. Çünkü Fight Club'ı izlemek başka anlamak başkaydı. Aaaa Jack şizofrenmiş, aslında Tyler ile aynı kişiymiş bla bla bla.. diyenlerden olmadım asla.
Çünkü benim gözümde Jack şizofren değildi. Tyler onun gölge arketipiydi. Yapamadıklarını yapan, sevişemedikleriyle sevişen, olmak istediği kişiydi, ama olamadığı kişiydi aynı zamanda. Ta ki gerçekle yüzleşene kadar. Jack benim kendi gölgemi bulmamı sağlayan karakter oldu. Kendimi gerçekleştirmemi. Bu kitap bana bu kadar büyük bir katkı sağlamışsa bu yazar büyük bir yazar olmalıydı. Nitekimde öyle.

Ama şimdi sevgili Muzir Neşriyat hede hödösü bu büyük yazarın Ölüm Pornosu kitabını  "yazıların halkın ar ve duygularını incittiği, cinsi arzuları istismar eder nitelikte olduğu, Türk Ceza Kanunu'nun 226.Maddesini ihlal ettiği, dolayısıyla müstehcen bulunduğu " gerekçesiyle yasaklıyormuş.
 Bu bilir(!)kişi kim çok merak ediyorum. Aynı bilir(!)kişi William S. Burroughs'un Yumuşak Makine'sini de yasaklarkende ne biliyordu çok merak ediyorum.
Yine merak ediyorum acaba o kitabın adı Ölüm Pornosu olarak çevrilmeseydi bu kadar ilgilerini çekecekmiydi?

"Evladım gir bakalım şu ülkemizde yayınlanan kitaplar listesine, ctrl+f yap, Porno yaz. hah işte şimdi onların bi listesini getir bakim bana. Hepsini yasakla. Sebebini sorma. Çünkü mantıklı bir açıklamam yok, yaz işte, Türk aile yapısını bilmem ne yapıcı, gençlere bilmem ne edici, süsle işte cümleleri kafana göre.."

Choke kitabı'da cinsel içeriğe sahip bir kitaptı. Seks bağımlısı iki arkadaşı anlatıyordu genel olarak. E cinsel içerikli olması da çok doğaldı haliyle. Peki neden ona soruşturma açılmadı? Neden ölüm pornosuna geldi? İsim mi çekiciydi. Ayrıntı yayınları kitabı bu kapakla satışa sunmuştu. Merak ediyorumda acaba bu kapakla piyasaya sunulsaydı acaba ne olurdu?

Çok fazla bişey söyleyemiyorum artık, ağzımdan çıkan her cümle küfürleşerek ses buluyor.

Önce Beat Kuşağı, şimdi Yeraltı Edebiyatı.. sıradaki gelsin lütfen. Ya da artık biz mi gelelim ne yapalım?


Sıçmakta yasah mı kurban? yazısının sürekli güncelleneceğini söylemiştim. Malesef yanılmadım da.


-----Ekleme-----


Bu yeniden ekleme olayını hiç sevmiyorum ancak dün vakit sıkıntısı ve ani öfke patlaması dolayısıyla çokta sağlıklı bir bilinç ve algıya sahip olmadan yazdığım için tam olarak içimi boşaltamamıştım. Hoş artık söylenecek pek bişey yok ama olsun ben yinede kendi ruh sağlığımın selameti için içimi biraz daha boşaltmak istiyorum. Hem top benim, ya yazarım ya bozarım!

Evet dün Muzir Neşriyatın bilirkişi hede hödölerinin yayınladıkları raporu tam olarak okuyamamıştım. Gerekçelerini merak etmek dahi istemedim çünkü Palahniuk abimizin yazacağı kitabın bu hede hödöler tarafından muzir bulunacağı kesindir demiştim. Nitekim aynı cümleyi rapor içerisinde sanki bunu sarfedeceğimi duymuşlar gibi birebir gördüm.
İyide sevgili hede hödöler 18 yaş altındaki küçüklerimizin ahlak yapıları bozulacak diye herşeyin ayrımını sizden çok daha iyi bilen, yorumlama yeteneği sizden kat kat fazla olan biz yetişkinleri dünya çapında saygı görmüş bu yayınlardan mahrum bırakmak, sınıftan bir kişi suç işlediği için tüm sınıfı sıra dayağına çekmek değil midir? Çalışkan Ahmet'in suçu nedir? Ya da bir başka değişle Fatmagül'ün suçu nedir? Fatmagül kardeşimize 5 kişi birden grup seks yaparken tvlerde günlerce arka arkaya yayınlanırken ve bu dizinin halen devam etmesi sağlanırken -18 kardeşlerimizin ahlak yapıları bozulmayacak mı? Kurtlar vadisinin bu gençler, küçükler üzerinde bozucu bir etkisi yok muydu? 
Tek sorun  YARRAK kelimesi mi? Neden üzerinize alınıyorsun ki Ruhi hede hödösü, sende de aynısından var? Yok mu? Aynı zamanda sende dünyaya aynı yolla gelmedin mi? O zaman nedir bu senin cinsellik takıntından çektiğimiz? 

Tamam seni iyi anlıyorum, bu tarz kitaplar aykırı kitaplardır, çok fazla müstehcen içeriğe sahiptir, beynine balyoz yemişe çevirir seni, ama unutmaki cinsellik insan ırkının vazgeçilmezidir. Ama zaten bu ve bunun gibi kitaplar küçüklere yönelik yazılmıyorki zaten.

İçinde bulunduğumuz -erkek olmama rağmen beni bile çok fazla rahatsız eden- ataerkil toplum içersinde kadının rolü, seks yaşantısı içersinde bile herzaman altta kalan, ezilen olarak görülmez mi? Lilith'in kaderi de o değil midir? Mite göre Adem ile aynı zamanda aynı kilden yaratıldığı için Adem'le aynı haklara sahip olduğunu söylemesi cennetten kovulmasına neden olmadı mı? Mit olsa bile bu günümüz toplum yapısında kadının yerini ifade etmiyor mu?

Sibel Üresininiz çok eşliliği savunurken neden 1 kadın 4 erkekle evlensin demiyorda 1 erkek 4 kadınla evlensin diyor? Gerici zihniyetiniz kendi kadınlarınızı kendi kadınınız aracılığıyla aşağılayacak kadar iğrenç bir zihniyet midir? Kur'an içersinde var olan 4 eş mevzusu yasallaşsın diyorsunuz. Devlet dini hususlara göre mi yönetiliyor?


Sevgili Chuck abimizin bu durumu romanına nasıl yansıtmasını bekliyordun Ruhi? Bir erkeğin porno filmde oynamasını istediğin zaman sadece sorman yetiyor evet. Neden erkek genelevi yok? Erkekler neden seks için para ödüyor da kadınlar sadece canının istedikleri kişiyle para vermeden bile seks yapabiliyor? Bu toplumsal bir sorun değil midir? Erkek "abaza" popülasyonunun artmasında bunun bir rolü yok mudur?
Kadını basit bir objeye dönüştüren yine sizin zihniyetiniz değil midir? Ya da şöyle söyleyeyim sizin çevrenizdeki kadınları basit bir objeye dönüştüren sizlersiniz. Konya erkeği diye bir tabir vardır. 3 adım önden yürür, kadın(lar) arkadan gelir? Bu kadınları aşağılama değil midir?
Porno filmlerde kadın hem eziyet gören kişi olarak sunulur. (Evet porno izlemişliğim vardır, izlemedim diyen  "buna" konuşsun) Yani ortada metalaşan bir kadın bedeni vardır. Bu durumda da Chuck abimizin kendi uslubuyla bunu anlatmaya çalışırken sarı çiçeğe birşeyler sormasını bekleyemezsiniz. 

Ancak hepimizin çok iyi bir şekilde bildiği gibi mevzu ne pornografi, ne muzir hedehödösü, ne gençliğin zarar görmesi. Sorun Gerici zihniyetin ülkemiz sınırları içersinde iyiden iyiye kendini göstermeye başlıyor olması. İstanbulda reklam panolarında mayolu kadınlara görmeye dayanamayan vandalların yaptığı iğrenç müdahaleyi yarın yolda geçen kadınlara yapmayacakları ne malum. Ki yapıyorlar da. Ama yakında bu iyiden iyiye artmaya başlayacak. İzmir gibi temiz bir şehirde yaşadığım için şu an çok görmüyorum ama diğer illerde buradaki gibi özgürce yaşayabilmek mümkün değil. Saçım uzun olduğu için Selçuk Üniversitesinde dayak yicektik. Mersinde özgürce dolaşıyorduk ama İstanbulda hakarete uğradık. 
Ruhi kardeşimizinde kuyruk acısını iyi biliyoruz. 2003 yılında TRT'nin başına geçmek isteyince büyük insan Sayın Ahmet Necdet Sezer'in vetosunu suratının ortasına yedi. Şimdi kendi sahipleri başa geçince istedikleri gibi cirit atmaya başladılar. Ama Ruhi bey o cirit bir gün tarafınıza girecek, hazırlıklı olun.

Son olarak cinsellik öyle ulu orta herkesle konuşulacak bir konu, yemek içmek gibi bir durum değildir. Bizimde toplumsal bir bilincimiz var elbette. Özeldir. Özel olmazsa bir anlamı olmaz. Genelevdeki hayat kadınıyla normal bir kadının sekse verdiği anlamı bir tutumayız. Biri işi gereği yaparken, diğeri gereklilik ve zevk gereği yapar. Ama iş cinselliği tü kaka gibi yansıtarak toplumu cehalete sevketmeye gelince o zaman orada ulu orta konuşmak gerekir. Seks günah değildir, sanattır.

25 Mayıs 2011 Çarşamba

Music for Idiot(s) - vol.X

 Melvins/ISIS split
2010


Move your head into the lights...

01 - Battle of Mice - Sleep and Dream
02 - Pelican - Lost In The Headlights
03 - Long Distance Calling - Arecibo (Long Distance Calling)
04 - ISIS - The Pliable Foe
05 - Old Man Gloom - Sleeping With Snakes
06 - Ocoai - Lunoir (Çekirgeye Sevgi Kuşağı)
07 - Jesu - Star
08 - Neurosis - Burn
09 - Omega Massif - Unter Null
10 - Cult of Luna - Dark Side Of The Sun

23 Mayıs 2011 Pazartesi

Efrim Manuel Menuck - Plays "High Gospel" *update*



...ve beklenen albüm internet aleminde yerini buldu. Albümü bir kaç defa çevirdim ama yok, henüz birşeyler söyleyebilecek kıvamda değilim. Bizi yoracak bir albüme benziyor. Elektronik dalgasına gönderme yapıyor sanki. Zaten normal bir albüm bekleyemezdik.

Tüm ruhlarımız şad olsun artık. Ayrıca bir uyarıda bulunayım Efrim abimizin müzikleri ayık kafayla, kuru kuru dinlenilmez, bilginize.





Efrim Manuel Menuck - Plays "High Gospel"



01. Our lady of parc extension and her munificent sorrows

02. A 12-pt. program for keep on keepin' on

03. August four, year-of-our-lord blues

04. Heavy calls & hospitals blues

05. Heaven's engine is a dusty ol' bellows

06. Kaddish for chesnutt

07. Chikadees' roar pt. 2

08. I am no longer a motherless child

17 Mayıs 2011 Salı

Akıllara zarar konser haberleri...

Tarih: 19 Mayıs 2011
Yer: İzmir Bios Bar

Bu sefer çok fazla uzaklara gitmiyoruz neyseki. Öyle çok uzaklardan gelen müzik dahileri de değil. Bunlar dibimizde duran ama genel olarak burun kıvırdığımız (sözümün meclisin içi ya da dışıyla hiçbir alakası yoktur) müzik adamları. Dahi demiyorum çünkü onlar olabildiğince mütevazi.
Yurdum gençliğinin burun kıvırmasının sebebi belkide ne dediklerini anlıyor olmalarıydı. Biz duygularımızı bilmediğimiz dillerle ifade etmeye bayılırız. Ha benimde çoğu zaman yaptığım bir durum belki ama kalıplaşmış sözlerin dışına çıkamadığımız zamanlar oluyor. Bu konuda kendime kızmıyor da değilim. Belki yurdum müzik adamlarına çok fazla eğilmediğimdendir. Bu eksiği en kısa zamanda gidermek için beynimi sıvamalıyım.

Kesmeşeker 20 yılını kutluyor. Dile kolay 20 yıl. Bu 20 yılın içine birbirinden güzel 7 tane albüm kaydedip beğenizime sunmuşlar. Beğenmekte kelime mi?

Şimdi "Yaşıyorum Ölüyorum"cu "Kesmeşeker"ciler gibi görünmek istemiyorum ama bu parça istediği kadar "Kesmeşeker"in ne olduğunu bilmeyenlerin bile dilinde sakız olmuşsa da benim için yeri apayrı. Boşluğa düşülen zamanlarda (evet psikologlarda boşluğa düşer ve evet bizde insanız ak) dinlenilmeden geçilemeyen parçalardan biridir. (evet mazoşistlik herkesin ruhunda var, tamam bu kadar itiraf yeter, hadi dağılın şimdi)

Tesadüftürki bu haftasonunu evde tek başıma mal mal geçirdiğim için sıkılan canım bu parçayı çekti. Dinlenildi elbette. Sonrasında bu akşam iş çıkışı inilen alsancakta konserin afişi görülünce, yukardan aşağı bir ürperti oluştu tabi. "Hayat tesadüfler üzerine kuruludur" derim hep. Güzel tesadüf oldu, sanırım yani.


Bu konser kaçmaz. "İlgililere" ve ilgilenenlere duyurulur.






Ne bilseydim?
İnsan bazen ayrı düşermiş kendinden..
Ve bilseydim!
Meğer bu vicdan, ödünç alınmış insanlardan..

11 Mayıs 2011 Çarşamba

Long Distance Calling - Long Distance Calling (2011) "Meydey, Meydey"


Kendi çapımızda kulağımızın duyduğu, algılarımızın idrak ettiği, parmaklarımızın yazdığı kadarıyla özellikle post-rock camiasına ait yeniliklere değinmeye devam ediyoruz.
Daha önceki yazımızda kendilerine özel olarak değinileceğini belirtmiştik. Zaten onları bir toplamanın içine sıkıştırıp geçiştirmek olmazdı.
Post-Rock dinlemeye yeni yeni başladığım dönemlerde keşfettiğim ilk gruplardan biriydi Long Distance Calling. Klasik Post-Rock gruplarının aksine daha sert ve distortionı bol bir çizgide ilerleyen grup, sahip oldukları bu çizgi zaman içersinde evirmeye başlamıştı. İlk çalışmalarından başlayarak yükseklik kazanan bu çizgi son albümde artık "öeeehhhh" dedirten bir noktaya erişirki albüm daha ilk dinlemeden itibaren sizi öyle bir esir alırki uzun süre başka birşey dinlemek istemeyebilirsiniz. (Hatta istemezsiniz.)
Bu sert gitarlar ile metale daha yakın duruşu ile LDC'e "Post-Metal" demek mümkün mü?
Esasında ilk başlarda neden olmasın dedim. Hatta evet öyle dedim. Ama daha sonra, albümün vurucu etkisiyle sarsılmış işitme ve algı kanallarımı bir güzel temizledikten ve sakinleştirdikten sonra kulaklarımı biz Post-Metal yapıyoruz diyen baba gruplara çevirdim. (Malum gruplar için, bkz: ISIS, Pelican, Cult of Luna, Neurosis, Godflesh, Rosetta ve hatta sevgili çekirgenin keşfi Ocoai)
Genel olarak baktığımda LDC'nin bu gruplardan bir farkı vardı. Bu gruplardan çok daha yumuşak ve hızlıydı. Post-Metal türü içersinde müzik icra eden gruplar daha progressive, deneysel ve sludge bir yapıya sahipler. Post-Rock'ın sahip olduğu konseptten oldukça farklılar. Post-Rock'ın "enerjik" yapısına oranla  Post-Metal daha kapalı, daha depresif duygular barındırıyor diyebiliriz.
Henüz LDC'de bunu görebildiğimizi söyleyemeyiz.


Bu bakış açısından değerlendirecek olursak LDC Post türün rock kısmından metale doğru bir evrilme geçiriyor diyebiliriz. Bu evrilmeyi de çok başarılı bir şekilde kotardıklarını rahatlıkla görebiliyoruz. Daha ileriye giderler mi, hatta This Will Destroy You gibi iyice çığırlarından çıkıp kendi sludge dünyalarını yaratırlar mı bilemiyoruz ama bizleri çok tehlikeli şeylerin beklediği müjdesini verebiliriz.

Grubun albümlerinin geneline baktığımızda; Satellite Bay albümünde Built Without Hands parçasına The Haunted grubundan Peter Dolving, Avoid The Light albümünde The Nearing Grave parçasına la ilahe Jonas Renkse'den sonra self titled albümünde Middleville parçasına Anthrax'tan bildiğimiz John Bush konuk olmuş. Çokta iyi olmuş. Post dünyasında parçalarda sözlere çok fazla yer olmaz. (Zaten gerekte duyulmaz, ritimleri ezberlemek beni daha çok keyiflendiriyor.) Ama ISIS gibi gruplara baktığımız zaman parçaların bazılarında az ama öz sözlere yer veriliyor. Bu da evrim sürecinin nasıl işlediğini bize gösteriyor.

+ Please, tell me. Why did you come to our planet?
- Your planet?
+This is our planet.
-No! It is not!

Self-titled albümü işte bu sözlerle açılıyor. "Size içinde yaşadığınızı zannettiğiniz gezegenin gerçek yüzünü göstermeye geldim." der gibiler. Ya da "Size dünyanın kaç bucak olduğunu göstermeye geldim!" de diyebiliriz. Hemen akabinde üzerinize saldıran bateriler, basslar ve distortionlardan kaçmak için delik aramaya başlıyorsunuz. Parçanın ortalarına doğru sakinleştikçe kulağa tanıdık birtakım melodiler gelmeye başlıyor. ISISvari gitarlar açığa çıkıyorki o anda aslında bu gezegene hiçte yabancı olmadığımızı farkediyoruz. Bu ISISvari hava yavaşça sizi sardıktan sonra parçanın dinamiği yeniden artmaya başlıyor ve ve albüm sizi çoktan himayesi altına almış oluyor.


Bizi bass komasına sokacakmış gibi giren The Figrin D'an Boogie yine güçlü davullarıyla dikkat çekiyor. İlk parçada olduğu gibi bu parçanın da ortalarına doğru ISIS yönünden esen hava yine bizleri sarıp sarmalamaya başlıyor.
Albümün en dinamik parçası Invisible Giants için söylenecek pek bişey kalmıyor artık. Ama sonrasında gelen Timebands parçasının içerdiği slap basslar beni şaşırtıyor. Albümün geneline çok güzel bir hava katan basslar bu parçada artık iyice dalga geçer hale geliyor. Heralde ilk defa post bir albümde slaple karşılaşıyorum sanırım. Ya da bu kadar dikkat çekici halde değillerdi.
Arecibo parçası beni ilk başlarda en çok vuran parçaydı, sonraları etkisini yavaş yavaş kaybetse de tabiki tamamen yitirmiş değil. Hatta arada en fazla başa aldığım parça oluyor. Girişteki enerjisinden olsa gerek.
Middleville'de John Bush vokalinin olduğundan bahsetmiştik. Post bir albümde vokale rastlamak post dinleyicisini şaşırtan ama sevindiren (en azından beni) bir durum. Vokallerde işlerinin hakkını verince olay daha tadından dinlenilmez bir hal alıyor. John Bush vokali ile bu parçaya bir grunge havası katarak Post-Grunge (bkz: yok artık lobran james).. neyse devamını getirmicem =)
Kapanıştaki Beyond the Void parçası da tam bir iş/okul dönüşü ruh halini yansıtır gibi. Daha güzel bir kapanış olamazdı.

Hazır yeni albümleri çıkmışken ve bu sene bir sürü post grup ülkemize akın akın geliyorken neden LDC'yi kanlı canlı izleme fırsatı yakalamayalım ki? Hem adamlarda Alman, e bize yakında sayılırlar, onları getirtmek o kadar zor olmamalı sanırım. Tabi bu grupların çarpıcılığı ve popülerliği ile alakalı ancak zaten çok büyük bir organizasyona da gerek yok, küçük bir bar konserinde post grupları dinlemek bence çok daha etkileyici olur. Hem daha samimi hem sadece bilen sevenin dinleyebileceği bir ortam.
Gözlerimiz yollarda, beklemedeyiz.

2 Mayıs 2011 Pazartesi

Sıçmakta yasah mı kurban?

Seçimler yaklaşıyor. "Malum" hükümet, son dakika gollerini faul, ofsayt, aut dinlemeden arka arkaya atmaya devam ediyor.
Alkol yasağını yedik yuttuk hadi. 24 yaş yakında 64e çıkarsa şaşırmayın. Ya da alkol yasağının yaşı falan olmaz, hepten yasak derse işte o zaman hiç şaşırmayın. Burası Türkiye.
Kitap yazmak yasaklandı. Çok fazla gerçeklik içerir, dokunan yanar dediler.Yansakta dokunduk okuduk. Ama biz zaten bunları biliyorduk. Bilemeyenler halen korku imparatorluğunun ültimatomları eşliğinde otlamaya devam ediyor. Birkaç koyunu sürüden ayırabildiysek ne mutlu tabi. Kurt olmak, kapmak gerekiyor artık.
Başkasının yazdığı bir kitabı da "Türk ahlak yapısına uymaz" diye yasaklanmasını istediler. İyide sevgili William S. Burroughs üstadımız sizin "Başbakanlık Küçükleri Muzır Neşriyattan Koruma Kanunu"zu nerden bilsin. Ki çocuklar için yazılmadığı çok iyi bilinen bir kitabın kalkıpta çocukları korumak için çıkarılan bir kanunu baz alarak yasaklanması ayrı bir komedidir ki yazar bunu duysa, bu duruma gülebilmek için vücudunda uygun bir uzuv bulamaz.
Ayrıca çocukları "Muzır Neşriyattan" korumaksa asıl amaç, önce TBMM TV yi kapatın, ardından yarışma programlarını kaldırın, sonrasında diziler ve haber bültenleri, magazin programları, reklamlar ve çizgi filmleri... kısacasıı görsel medyayı topyekün kaldırın. İşte o zaman bu kitabın yaratacağı (!) olumsuz etkiden çocukları daha fazla korumuş olursunuz.
Aykırı olmak için var olan beat kültürünü aykırı olduğu için yargılamak? Sırada ne var çok merak ediyorum.

Neyseki "malum" hükümetimiz bizleri çok fazla merakta bırakmadan yeni yasaklarını açıkladı. Yasaklı onca site yetmezmiş gibi, artık alan adı alırken de birtakım kelimeleri kullanamayacakmışız.
Ki digiturkün maçları izinsiz yayınlıyor diye yasaklatmak istediği blogsport sitesi sehven(!) blogspot yazılarak konuyla alakası olmayan biz blog yazarlarını yasaklı duruma düşürmüştü. 
Peki olay sehven miydi yoksa özgürce(!) yazı yazılabilen bu platformu "şehvetlen" engelleme fırsatı mı doğmuştu?
Şubat ayındaydı sanırım, bloğunda erdoğan hakkında yazı yazan 22 yaşındaki bir blog yazarına şahsına hakarette bulunduğu gerekçesiyle bir dava açılmıştı. Sonrasında blogsport yasaklanacakken blogspot yasaklandı. Tesadüf?


Bu yeni yasağın kendisi bir kenera içerdiği kelimeler de bi acaip. İşin özü pornografik sitelerin önüne geçmekmiş. Ama yasaklanan kelimelere bakınca telekominikasyon dairesi başkanlığının fantezi dünyasının ne denli geniş olduğunu ortaya çıkıyor.
Yasak olan kelimeler gönderilen şu mektupla bildirilmiş. Kelimeleri incelediğimizde "YASAK" kelimesinin bile yasaklandığını görüyoruz. Ne yani şimdi artık yasak bile yasak mı? Nasıl yani?
Sonrasında "meme" kelimesine takıldım ben. Hayır memenin kendisiyle bir derdim yok benim, ancak meme kanseriyle mücadele eden bazı siteler yasak kapsamına girebilecek demek oluyor bu.
Sonra ingilizce "sıcak" anlamındaki "hot" kelimesi de yasaklanmış. Tamam seks sıcak servis edilir  ayrı, oraya girmiyorum ama peki o zaman "hotmail" ne olacak?
"Beat" yine yasak. Nedir bu beat kültürünün çektiği.
Peki ya bizim Haydar? Hedefte Haydar Dümen mi var acaba? dedim önce. Yok pek sanmıyorum. Başka şeyler dönüyor olmalı. Haydar ülkemizde bazı bölgelerde penis anlamına geliyormuş. O zaman öncelikli olarak insan ırkının devamı için hayati bir değere sahip olan ama birtakım sistemler sayesinde tabulaştırılan bu "cinsel organ" ismi bölgeden bölgeye değişiklik gösteriyorsa tüm bölgelerin taranıp bütün isimlerin yasaklanması gerekiyor.
Bu Haydar ismi aynı zamanda cinsel organ çağrıştırmasından veya cinsellik denildiğinde ilk akla gelen Haydar Dümen'e getirilecek yasaktan öte Haydar ismi Alevilik kültüründe çok önemli yere sahip olan bir isimdir.
Bu aklıma birtakım komplo teorileri getirmiyorda değil tabi. Ama düşünmek istemiyorum. Yok yok şimdilik o kalsın.Penisi geçtim seks eylemini üstü kapalı ifade etmek için bir sürü tabirde kullanılıyor. Koydum, çaktım, becerdim  vb. herşeyi pornografiyle bağdaştırabilme kabiliyetine sahip bir toplum içersindeyiz zaten. Bunlar da yasak kapsamına girmeli o zaman.  Hatta alalım tdk sözlüğünü alfebetik olarak yasaklayalım.

Gözleri kadehlerimizdeydi, şimdi cinsel yaşantılarımızda. Amaç pornografik yasaklar değil, yavaş yavaş çemberi daraltmak. Önce Haydar'ın, sonra Ali'nin, sonrasında senin benim boynuma ipleri bağlayarak gezinecekler bu ülkede. Persepolis demeye dilim varmıyordu ama yazdım gitti. Demedi demeyin, uyanın.

Facebook denilen bir tehlike de var bu ülkede. Türk toplumunun olmazsa olmazı haline gelmiş, yakın zamanda bir iş için başvurduğunuzda, "4 Adet Fotoğraf, İkametgah İlmuhabiri, Kimlik Fotokopisi, Facebook Hesabınızı getirin işlemlerinizi yaparız" denilecek hale gelebilecek kadar ciddileşen bir çıılgınlık.
İşte Türkiye'de telekominikasyon üzerinden birşeyler yasaklanacaksa ilk sırada bu facebook denilen site yasaklanmalı. O zaman bakın Türkiye'de üretim ve iş gücü nasıl 10 kat birden artıyor.


Sanırım bu yazı sürekli güncellemeye açık bir yazı olacak. Ya da artık birilerinin sıfatına sıçılması gerekiyor. Tabi sıçmakta yasaklanmazsa.

-edit- 


Yazıyı göndermeden önce aradığım ama bulamadığım video.

29 Nisan 2011 Cuma

Music for Idiot(s) - vol.IX

2011 ne güzel bir yılsın sen öyle. Daha ilk çeyreğinde bile farkını gösterdin. İlk olarak geçte olsa, güçte olsa benim şehir ve yaşam formu değişikliğimi gerçekleştirdin.
Sonrasında İzmir'e attığım ilk adımdan sonra Post-Rock dünyamda en anlamlı yere sahip olan ve daha önceki konserleri bana teğet "giren" Giaa'yı izlettin.
Uzun zamandır görüşmek isteyipte görüşülemeyen güzel insanlarla görüşme fırsatı bulmamı sağladın. Sevgili wackybacky ile elde olmayan aksilikler yüzünden bir türlü görüşülemesede, yakalanan 2-3 fırsat yetti de arttı bile.

İşte o fırsatlardan biri gecen cuma günü yakalanmıştı. İkimizde birbirimizin yazmasını beklemişiz, hiçbirimiz yazamayınca görevi tamamlamak bana düştü artık.
Çok bişey söylenemiyor aslında. Ama aslında söylenebilecek bir sürü şeyde var. Nerden başlasak. Hah!
"Her şey bir toz ve gaz bulutuydu..." Yok, o kadar geriye gitmeye gerek yok tabi.
Her şey BaBaZula konser haberini duymamla başladı. Bu konser evet, cidden kaçmamalıydı. Birtakım grupların canlı performanslarının, albüm kayıtlarının çok çok üstünde olduğu konusuna daha önce kısa da olsa değinmiştim. Şüphesiz BaBaZuLa da o gruplardan biri olmalıydı.
Sevgili wackybacky bu konseri kaçırmaz diyerek hemen irtibata geçildi. Öncesinde alsancağın çimlerini ziyaret etmenin çok mantıklı olacağı konusunda da mutabık olununca, şaraplar alınıp head shot (bkz: şarabı şişeden içmek) yapılmaya başlanıldı. Yapılan sohbetin, konseri gölgede bırakacak derecede güzel olduğunu itiraf etmeden geçemicem elbet. (yeniden)


Konser başladığında ikimize de bir dumurluk çöktü. İkimizde ilk defa canlı izliyorduk ve böylesi büyüleyici bir performansla karşılaşacağımızı beklemiyorduk. En azından ben beklemiyordum.
Sahnede protest duruşlu bir grup vardı. Sürekli alttan alttan bir yerlere göndermeler yapıyorlardı. Babasız Kızlar Balosu'nda tanrıya bile göndermeler oldu. Ataerkil toplum içinde sadece birkaç simgesel konuma sahip olduğu düşünülen kadınların sözcüsü gibiydi. Tabi sadece stüdyo kaydıyla yetinmediler, söylenemeyen bir sürü şeyide sıraladılar en iğneleyicisinden.
Setliste çok hakim değildim açıkçası, son albümleri Gecekondu'dan (evet pamuk eller kredi kartlarına) çaldılar genelde. Ama setlisti bilmeye pek gerek yoktu zaten. Parçaların "işitsel olarak" hipnotik yapısına ve sahnedekilerin -artık her ne kafasıysa bilemiyorum- "görsel olarak" trip hallerine odaklanınca insanın kendinden geçmemesi mümkün değildi. Levent Akman'ın ziller üzerindeki triplerine takıldıktan sonra başka bir yöne bakamıyordum. Tabi çengiler sahneye zıpladığında dikkat falan kalmıyordu artık.
Vokalin tripleri ayrı bir etkileyiciydi ki çıkışta kendisiyle karşılaşıp ayaküstü tebriklerimizi sunarkenki mütevaziliği de çok hoştu. Sanatçı-dinleyici ayrımı yapmadan tüm samimiyetiyle kalabalığın arasına karışıyordu.
Dinleyici kitlesine baktığımda herkesin kafası ayrı bir güzeldi. Özellikle hemen yanıbaşımızdaki çiftin konser boyunca müzikle uyum içinde bir o yana bir bu yasa salınıp dans etmeleri, sevgili wackybacky'ninde direkt olarak ifade ettiği gibi insanın onları alıp direk sahneye yuvarlayası geliyordu. En ufak bir abartıya kaçmadan tamamen doğaçlama olsa da sanki o konser için çalışılmış kreografiler sergiliyorlardı.
Tabi arada olayı abartıp sahneye çıkan birtakım densizlerde vardı ama mikrofonu kafaya yemekten kurtulamadılar.
Konser sonrası eve gidip gecekondu albümlerini dinlemek istedim ama tamda beklediğim gibi hiç bi tat alamadım. Kesinlikle arada çok büyük fark vardı. O albümdeki parçaları çalınmamıştı. Tamam konser için yeniden düzenlemeler yapılmıştı mutlaka ama yok BaBaZuLa kesinlikle canlı izlenmeli. Albüm kayıtları sadece, canlı performanslarının ne kadar mükemmel olduğu farkındalığını canlı tutmaya ve bir sonraki konser için sabırsızlık derecesi arttırmaya yarar. O yüzden siz siz olun bu "POST ORYANTAL" şöleni yakalarsanız, kendinize en güzelinden bir iyilik yapıp, önce bir şişe şarabı headshot yapın, -mutlaka headshot olmalı- sonrasında konserin yolunu  tutun.
Not: Önce evlenmeye karar verip sonrasında düğün yapmaya ikna edilebilirsem şayet orkestra olarak Baba Zula'yı çağıracam.

------------------------------------------------------------------------------------------------------------


2011 bize birbirinden özel birkaç konser daha müjdeledi. Bunların başında her ne kadar düzenleme komitesi olarak rakınkoktan hiç haz almasamda, Mogwai grubunu görünce dedimki "I'm Ali Çınar, I'm Dead". İnanması güç ama bir o kadar heyecan verici bir haberdi bu. Bi aksilik çıkmazsa, ki çıkarsa bile çocuğumu kesmek pahasına da olsa o konser mutlaka izlenecek.
Mogwai'nin yanı sıra The Samuel Jackson Five, The Black Heart Procession, The Cinematic Orchestra, Arms and Sleepers, Amy Winehouse, konserleri şu an için en çok dikkatimi çeken konserler oldu. Bunların yanısıra bu yılki Unirock Fest'te Katatonia ve Opeth'i gördükten sonra hazır bir araya gelmişken Bloodbath'i oluşturmalarını diledimki işte o zaman tadından yenmez bir festivale dönüşür.
Geçen seneki kadar ses getirmese de bu yılki Sonisphere Iron Maiden atağı ile kendi şahsi görüşüm çok zayıf bir koz oynadı. Adamlar büyük olabilir ama diyorum işte, şahsi görüş. Gidersem de Mastodon için gideceğimi hiç çekinmeden açık açık söylerim. Geçen sene gitaristlerinin rahatsızlığı yüzünden son anda iptal edilmişlerdi. Yazık olmuştu.
Aklıma gelen bir diğer konser, İzmir ayağı olduğu için mutlaka gidilecek olan dahi piyanist David Hellfgot konseri. Her ne kadar biletler anasının gözü kadar olsa da, daha önce 2 defa kaçan bu konser, belki bir daha izleme fırsatımız olmayacağından, hazır burnumuzun dibine kadar gelmişken kesinlikle kaçmamalı. Eşlik etmek isteyenler şimdiden para biriktirmeye başlasın bence.
18 Mayıs Deep Purple konserini de unutmamak lazım elbette.

Daha aklıma gelmeyenleri de var gibi ama hepsine de gidilemeyeceği için sadece uzaktan bakıp iç geçirmekle yetinilecek sanırım.

Yeni albümler konusunda yine çok doyurucu bir yıla başladık. Kimileri hayal kırıklığına uğratsa da bir çoğu çok iyi çalışılmış, özene bezene yaratılmış albümler.
Radiohead beni en çok dumur eden albüm oldu. Radiohead'in yarattığı bir albüm olamazdı. Ortada gitar namına bir şey yoktu. Sanki Moby bir albüm yapmışta Thom Yorke üzerine vokal girmiş gibiydi. 2 dinlemeden sonra bir daha açamadım. Belki önyargılı davrandım, dinlesem severdim ama yok ben o Thom Yorke osursa dinlerimcilerden değilim. Tamam Radiohead'e can kurban ama yok arkadaş bu sefer olmamış.
Ama R.E.M. öyle mi? Adamlar onca yıldır çizgilerini hiç bozmadan 15ci albümlerini çıkardı. Benim çok fazla birşey söylememe gerek yok, konuşan konuşmuş zaten.
dredg, eits, twsy hakkında da yeterince şey söylemiştim zaten, onun haricinde kayda değer birde Efrim Menuck'un solo projesi vardı.
Yakından takip ettiğim Fleet Foxes'ta yeni bir albüm çıkarmış ama tam dinleme fırsatı bulamadım. Kulak ucuyla dinleyince pek bi haz vermedi ama kulaklıkla dinlemek gerekli bence, daha sonra değiniriz artık.

 ----------------------------------------------------------------------------------------------------------

  Long Distance Calling                    
Long Distance Calling (2011)                    
         (Yakın zamanda kendilerineözel olarak değinilecek)                     

Esas başlığımıza geri dönecek olursak; Post-Rock insanın kendine yakışanı dinlemesidir.

01 - Long Distance Calling - Into The Black Wide Open
02 - God Is An Astronaut - Shining Through
03 - Mogwai - Rano Pano
04 - Explosions in the Sky - Trembling Hands
05 - Maybeshewill - Critical Distance
06 - The Samuel Jackson Five - Person Most Likely To Enjoy The Taste Of Human Flesh
07 - Crippled Black Phoenix - Really, How'd It Get This Way
08 - Arms and Sleepers - Helvetica
09 - This Will Destroy You - Killed The Lord, Left For The New World
10 - Baba Zula - Hopce

20 Nisan 2011 Çarşamba

Like the first "monkey"shot into space


Görünen tüm farklar indirgenecek,eşitlenecek.Bağımlılığın hudutları görülecek.Dibe vurulacak,dibin dibine vurulacak,dibin dibinin dibine vurulacak, dipsizleşilecek. Kavramsızlaşılacak, anlamsızlaşılacak. Tüm öğretilenler sıfırlanacak, sıfır yok edilecek…’’ 
‘’Zaman, zaman dilimi, zaman diliminde bir nokta, zaman diliminde noktalar, tüm zaman dilimleri ve tüm noktalar, saptamak, ayrıştırmak, tekrar birleştirmek, kurgulamak, düzenli kurgulamak, düzensiz kurgulamak, kurgu düzeni yaratmak. Çizgisel ve dairesel zamanı noktasalla değiştirmek. Herhangi bir noktayı aldığımızda bir şey değişmiyorsa, hepsini aldığımızda da değişmez, nokta bağımsızdır, zamandan ilişkisizdir, hepsini aldığımızda değişmiyorsa, hepsi işe yaramaz, boştur. 
Zamanı yaşamla girişik kurgularsak, yaşam da boştur, işe yaramaz, her an vazgeçebiliriz. Ne yaparsak yapalım bir şey değişmez…
"Hayat, ölümün biyolojik olarak aktif safhasıdır.Hiçbirimiz yaşamıyoruz,hepimiz ölüyoruz."
Safhalar değiştirilemez, hiçbir şey değiştirilemez, sadece ekleme ve çıkarmalar vardır. Ölüm anı bir noktadır, eklenip çıkarılabilir. Noktasal olarak farklı kurgulanabilir. İlk nefes, yemek borusundan besin takviyesi, uterusa düştüğümüz an, hayvani cinsel güdülerin bizleri taşıyan rahimlerin sahiplerine hissedildiği anlarda olabilir. 
Bir tek ölüm süreci noktasal değildir, Tanrı’nın varlığı ölümün ta kendisidir. Ve Tanrı’nın ilgisni çektiğimiz sürece lanetlenme ya da kurtuluş umudumuz olabilir. Ya can düşmanı ya da hiçbirşeyi olacağız.
Ya tüket ya öl diyen bu sistemde,masalların kaypak körleştiriciliğinden kurtulup özgür irademizle kargaşa projemizi başlatacağız.

19 Nisan 2011 Salı

dredg - Chuckles and Mr. Squeezy


Evet, kendilerini uzun süredir bekliyorduk. Beklediğimize değdimi bilmiyorum ama dredg yine dredg'liğini gösterdi.
Yeni albüm olmuş mu olmamış mı? İyi mi, kötü mü? Beklentileri karşıladı mı, karşılamadı mı?
Bunlar dredg için göreceli kavramlar aslında. Albüm çıkmadan önce grup bu seferki albümümüz "dark pop" (o herneyse artık) olacak demişti. Ve olan oldu. Karşımızda alışkın olmadığımız bir dredg albümü var. dredg oldukları çok belli ama ne olduğu meçhul. Kime dinlettiysem daha ilk parçada "Abi bu ne ya? Pop olmuş bu." dedi. Haklılar, albüm cidden pop olmuş ama olacağınıda biliyorduk. O yüzden öncelikle şöyle kalın bir katman halinde önyargılarımızı sıyırıp bir kenara atalım derim. Sonra sanki yeni tanıştığımız bir grupmuş gibi dredg'i düşünmeden albümü dinlemeye koyulalım derim.
İşte o zaman albüm dark-pop olsa bile yavaş yavaş alışmaya başlarız sanırım.
dredg hakkında bilgi sahibi olanlar adamların albümler arası değişim grafiğini iyi bilir. Bilmeyenler için kısaca özet geçecek olursak:

Örneğin ilk zamanlarındaki bir Conscious ve The Orph EPlerini dinlediğimizde karşımızda Deftones ya da Linkin Park varmış gibi hissediyoruz. Açıkçası ben o dönemlerinden çok haz etmesemde ne derece esnek bir müzik zekasına sahip olduklarını görebildiğim için dinlerken keyif alabiliyordum. Ha birazda Deftones geçmişi olunca ne ala tabi.
98de ilk albümleri Leitmotif ile dredg yavaş yavaş soğumaya/sakinleşmeye başlıyor.  Ama yine de vokallerde Orph zamanlarından kalma sertliği görebiliyoruz.

2002 de karşımız bambaşka bir dredg çıkıveriyor. Evrimini tamamlamış vokaller, en üst düzey akıcılıkta gitar ve bateriler, ve hepsinden öte baştan sonra sürrealist konsept yapıda bir albüm. "El Cielo" kelime anlamı olarak İspanyolca "gökyüzü" ya da "cennet" anlamına geliyor. Aynı zaman huzur ve özgürlüğün rüyalardaki dışavurumu olarakta tanımlanabiliyor.



Sürrealist dememin sebebi, Sevgili Salvador Dali'nin "Dream Caused by the Flight of a Bumblebee around a Pomegranate One Second Before Awakening" tablosu üzerine yazılmış konsept bir albüm olmasındandır. Albümün açılışındaki (daha doğrusu introsu) "Brushstroke: dcbtfoabaaposba" parçasındaki anlamsız harfler dizisiyle tablonun isminin baş harflerini birleştirdiğimizde konseptin başlangıcını görüyoruz. Intro yaklaşık 1 dakika boyunca tual üzerine vurulan fırça darbelerini anımsatan seslerinden oluşuyor. Bu noktada albüm için "drawing music" tanımlaması yapılırki ne de güzel yakışır. Ki grup elemanları müzikle olduğu kadar sanatla da iç içe olduklarını buradan görebilmekteyiz.
5 tane olan bu brushstroke introlarından birinin adı da "An Elephant In The Delta Waves" tir ki gözümüz direk olarak uzun bacaklı filimize gidiyor. Bu Introda konuk sanatçı olarak "Azam Ali" gibi çok güçlü bir sesi duyabiliyoruz. Parçada tam olarak Azam Ali'nin tarzına uygun şekilde, etnik ezgilerle oluşturulmuş.
The Canyon Behind Her ile son rötuşlarını yaparak bizlere tablonun ve rüyanın ana karakteri, sahibi olan kadını ortaya çıkararak bir nevi "kendimizi bulmamızı" sağlıyor. "Is anybody fell this way, is anybody feel like I do?" diyerek tüm hislerini döktüğü parçalarda kendimize ne kadar pay çıkarabildiğimizi soruyor belki.


2005 yılına geldiğimizde grup Catch Without Arms albümüyle karşımıza daha düz, daha kolay hazmedilebilir bir şekilde çıkıyor. Albümdeki parçalar arası ve içi iniş çıkışlar albümün "zıtlık" konsepti üzerine kurulduğunu gösteriyor. El Cielo'daki karmaşık konsept yapı olmadığından genelde en çok tutulan (benimde dinlemekten en çok keyif aldığım) dredg albümüdür. En iyisidir demek çok güç ama en kolay hazmedilendir.
Leitmotif'teki "Movement" ve El Cielo'daki "Brushstroke" introlarını bu albümde göremiyoruz. dredg sürekli tekrara düşmek istemedikleri için evrilmeninde bir parçası olarak Catch Without Arms'ta bu introlara yer vermiyor. Bu yapı da albümü daha kolay hazmedilebilir hale getiriyor.


2009 da hakkında humeyni tarafından ölüm fetvası verilen Salman Rushdie tarafından yazılan "Imagine There Is No Heaven: A Letter to the Six Billionth Citizen" makalesinden esinlenerek yazılan bir "The Pariah, the Parrot, the Delusion"  albümü çıkar. Yine bir konsept çalışmasına girildiğinden bu albümde hazmedilmesi güç bir albüm halini alır. Bu albümü dinlerken de aklıma sürekli The Mars Volta gelmesi de ayrı bir konudur.
Albüm o dönemde bir trafik kazası sonucu komaya giren yakın arkadaşları ve aynı zamanda Deftones basisti Chi Cheng'e ithaf edilmiştir. Cheng aynı zamanda 2006 yılında "Live at the Fillmore"albümünde grupla beraber çalışmıştır. "Live at the Fillmore" dredg'in 3 stüdyo albümünün karma live versiyonu olarak piyasaya çıkmıştır.


Tüm bu gelişimden sonra gelelim esas başlığımıza.
dredg neydi, ne oldu?
Albüm henüz piyasaya sürülmemiş olsa da biz illegal yollarla bir şekilde ulaşıyoruz. Zaten dredg de albümlerimizin bu yolla edinilmesinde bir sakınca görmüyoruz dedi, hakkını helal etti.

Başlangıç kısmında da dediğim gibi albüm pop albümü gibi olmuş ama dredg pop yapsa bile birşeyler mutlaka farklı olacaktı, oldu.
dredg bu evrilme sürecini, bünyesinde barındırdığı elemanlaın farklı müzikal bakış açılarına ve zevklere sahip olmasından kaynaklandığını söylüyor.
dredg'in diğer bütün albümlerine bakacak olursak zaten sürekli bir değişim söz konusu, her albümleri farklı bir konsepte yer verilmiş. O yüzden bu adamları belirli bir türe/akıma bağlıymış gibi düşünmek en başından bir hataya düşmemize neden olur. dredg için mutlaka bir kategori belirleyecek olursak art-rock en yakın ve doğru olanı olur.
Son albümlerinde El Cielo'nun karmaşası ve konsept albüm yapısı yok, Catch Without Arms'ın iniş çıkışları da yok, The Pariah, the Parrot, the Delusion'ın yalın,senfonik yapısı veya Leitmotif ve The Orph'un sertliği de yok. Onun yerine grupta alışkın olduğumuz (ve özellikle benim sabah, öğle, akşam aç/tok karna aldığım) Post-Rock türünde duymaya alışkın olduğumuz, kulaklarımızdan girip her bir hücremizi saran gitar ve davulları olabildiğince geri plana iten prodüktör The Automator'un (bkz: Gorillaz) elektro/pop altyapısını görüyoruz. Bu da albümü yadırgamak için tek başına yeterli bir etken.
Albümün güzel yanları da var elbette. The Ornament, The Thought of Losing You, Somebody is Laughing es geçilmemesi gereken parçalar olduğunu düşünüyorum.


dredg'in geçirmiş olduğu bu değişim bir dredg sever olarak benide şaşırttı ancak bu "dredg bundan sonra bu şekilde devam edecek anlamına da gelmiyor. Yarın öbür gün bu abileri Londra Senfoni Orkestrasının başında görürseniz hiç şaşırmayın. Ya da death/black metal yaparken veyahut çayda çıra oynarken.
İlk albümlerinden itibaren sürekli değişim yaşayan ve kariyerlerindeki temel öğeyi değişim olarak belirlemiş bir grubun bu denli köklü bir değişime gitmiş olmasını yadırgamamak gerekiyor.

Genel olarak özetleyecek olursak "Chuckles And Mr. Squeezy" dredg'in genel kariyeri için çok tatmin edici bir çalışma olmasa da tek başına düşünüldüğünde oldukça başarılı sayılabilecek bir albüm. Yeterki onu dredg'in evrimsel müzik bilinci  içersinde ortaya çıktığını düşünerek dinleyelim.
Tabiki bu dredg'in uzun süre duraklayacağı ya da kendimizi bulduk diyecekleri bir tür olmamasını da can-ı gönülden temenni ediyoruz.

The World is a Deaf Machine