31 Aralık 2010 Cuma

Kim demiş haram nedir bilmez Hayyam?

Devletin yakında internet üzerinden içki ve sigara satışını yasaklayacağını öğrenmek insanın sinirlerini bozuyor. Sinirleri bozulan insanlar daha çok alkol ve sigara tüketmeye başlıyor. Bir şeyi ne kadar çok yasaklarsan ona ulaşmak bir o kadar keyif vereceği için, alkol tüketimi üzerine yapılan bu yasaklama aslında daha çok tüketilmesini sağlayacak. E peki bu alkol tüketimi düşmanlığı nerden geliyor?
Alkol neden haram? Ya da yasak? Ya da her ne hedehödö ise...
Başımızdaki adı ak ama kendisi KARA olan insanların akıllarından ne geçiyor? Ne amaçlıyorlar. Yaptıkları onca şey yetmezmiş gibi özel hayata bu denli saldırı neden? Şarap sektörüne küçük ve büyük çapta yatırım yapan/yapacak olan firmalar ne olacak diye düşünülmedi mi? Tek sorun onun "günah" olmasımıy dı? Neden günah diye sorma sakın, acaip cevaplar veriyorlar.
Tamam inançlara elbette saygılıyız, onlara içme deniliyorsa elbette içmeyecekler ama bizim şarap çanağımızada parmaklarını sokmasınlar.
Aklıma persepolisten sahneler geliyor. Ürpermemek elde değil.

İlk etapta online satışa yasak, ikinci etapta genel marketlere satışa yasak, üçüncü etapta heryerde satışa yasak ve son aşamada tüketime yasak getirerek iyiden iyiye yobazlaşma yolunda ciddi adımlar katetmeye çalışan bu yönetimin "şerefsizliğine" kadeh kaldırmak istiyorum. Ama şaraba hakaret olur.

Bu güzide mahzenimizde en büyük darbelerden birini alacak olsa gerek. Hoş kendileri istanbulda iki yerde şubelerini açmışlar artık, bir bakıma yırtarlar ama olan bize olur. Çeşit çeşit güzelim beyaz şarapları, kırmızı şarapları, roseları, domisekleri bu site üzerinden izlemek, şişelerine bakmak bile bir tür terapi gibiydi. Ama deminde dediğim gibi, önce online satışa, sonra elden satışa, en sonunda tüketime yasak. "Kim ki o mel-un sıvıyı içe, tez kellesi vurula" nidaları yakındır.

Bu anlamsız ve amaçsız yasasnın ikinci defa gündeme gelişi, 10 Haziran 2009'da gündeme gelmiş ret edilmişti. şimdi de aynı sonucun çıkmasını diliyorum.
Şimdi diceksinki "ülkede başka sorun mu yok? Bi şarabın yasaklanması mı sorun oldu?" Evet haklısın arkadaşım. Tek sorun bu değil. Dahasını da yazmak isterim. Ama burası rahatlamak için geldiğim bir yerken neden burda yeniden öfkeleneyim ki?
Bu mevzuda şarap içerken aklıma geldi yazma gereği duydum.

Kapanışı Hayyam'la yapmazsak olmaz tabi. Şaraba en çok yakışacak parçalardan biriyle üstelik.

24 Aralık 2010 Cuma

Nasıl bişeydir bu.


allahınemripeygamberinkavliilebanabuhatunuisteyinlütfen!emirsizkavilsizdeolurfarketmez.
yineyapacağınıyaptın "noibio"

20 Aralık 2010 Pazartesi

Lay me down, Take it slow !

Benim gözümde gerçek müzisyenliğin kriterlerinden biri; canlı performanslarda albüm kayıtlarının üstüne çıkabilmek, yaratıcılık ve doğaçlamada sınır tanımamaktır.
Bu kriteri en iyi şekilde karşılayan gruplardan biriside işte hemen üstümüzde bulunan beyefendiler. Abartıya kaçmayan, uzatsa bile sıkmayan, doğaçlama çalsa bile grupta senkronu bozmayan beyler.



Şimdi canlı çalınan kaydını o kadar övdük ama parçanın orjinali de kötü değil tabi, çokta güzel aslında. Ancak Canlı kaydının giriş kısmına (ecnebice intro) ve süresinin neredeyse 3 kat uzunluğuna bakınca daha en başında ne kadar değişik bir parçayla karşılaşacağımızı farkediyoruz. Ayrıca parçanın sözlerine bakınca da çok seksi bir parça olduğunu farkediyoruz. aylaykit

Sahneye kravat ile çıkan adama da her zaman için saygım olmuştur. Yaptığı işe verdiği ehemmiyetin bir göstergesi. Takdir ettim, aferin evladım...

Let me come home



VajraBrush ile Alan'ın Saykadelik mekanında yapılan kahvaltıların tadına doyum olmaz.
Bu parçaya ciddi şekilde takılan biri olarak tavsiyem klibi arka arkaya 11 defa izlemeniz ve her izlemede sadece bir grup elemanına odaklanmanız. Grupta 10 kişi var, yanlış saymadım biliyorum. Tüm grup üyelerini birer defa izledikten sonra bayan vokali bir daha izleyin. 



17 Aralık 2010 Cuma

I said good day!



Normalde "komedi" adı altında yapılan yapımlara mesafeliyimdir. Özellikle Türkiye'deki Cem Yılmaz vakasının artık çığrından çıktığı bir noktaya gelindiğini düşünürsek, yerli yapımlardan çok değil hiç bi beklentim kalmadı. (bkz: içler acısı) Bende jübilemi Avrupa Yakası efsanesinden sonra tam anlamıyla yapıp rotamı tam yol dış mihrakların yapımlarına yönlendirmiştim.

Malcolm in the Middle olsun, Scrubs olsun, efendim efsane Seinfield olsun, onun dışında dört bir yanımızı saran karma felsefesi My Name is Earl olsun her biri tüm yurdum komedi dizilerinin toplamıına bedeldi. Ha ülkemizden çıkmıyor değil elbet ama son zamanları karşılaştırırsak... yok boşverin o konuya hiç girmeyelim.
Tüm bu saydıklarımın ötesinde yeri kesinlikle sarsılmayacak olan bir The Big Bang Theory vardır ki... ama bu yazı onunla ilgili değil, ona başka zaman değinecem. Şimdi The Big Bang Theory'nin üstünde değil ancak onunla yanyana tutabileceğim mükemmelikte olan başka bir diziden bahsedicem.



2008 yazının ağustos ayı. Okul bitmiş, iş anlaşması yapılmış, güzelim uzun uzun saçlar kesilmiş. Sırta çanta alınıp Kuşadası'na doğru yola çıkılmış. Erman'ın garip yol tariflerinden birine daha maruz kaldıktan sonra bulunan Nazilli Sitesi'nin önünde nihayet buluşulur ve artık çok uzun zamandır hayali kurulan bu güzel tatili yaşamak için ortada hiç bir engel kalmamıştır.
Yaz mevsimi, hava feci derecede sıcak ve bunaltıcı. Öğle vakitleri yapacak bişey yok tabi. Erman "abi sana bir dizi izletecem, bayılacaksın!" demesi ile bu über derecede mükemmel dizi ile tanışmış bulundum. O vakit hangi bölümleri izledik şu an tam olarak hatırlamıyorum ama net olarak hatırladığım tek sahne Fez isimli süpersonik karakterin başını otomobilin penceresinden çıkarıp "Hello, ladies!" diye bağırması ve "I said good day!" repliği.

Dizi esas olarak 6 gencin etrafında dönüyor. Bunlarla beraber 2 ana aile daha var. Şimdi hepsinin özelliklerini falan saymaya kalkarsam hem yarın işe geç kalırım, hemde diziyi yeni izleyecekler için bir dezavantaj olacaktır. Karakterleri keşfetmenin tadı bir başka.

"I said good day. Hello Ladies, Dumbass, Eric Foreman'ın garip danslarına ve circlelara değinmeden edemicem ama. Biraz da magazin bilgisi verirsek; dizide ki Hyde karakteri Malcolm in the Middle'dan tanıdığımız en büyük abi Francis karakterinin öz be öz kardeşiymiş. Bu adi Francis'te That 70s Show'daki Donna karakterininde öz be öz sevgilisiymiş. Ne diyelim allah mutlu mesud etsin. Ayrıca Jackie karakterini yakın zamanda epey ses getiren Darren Aronofsky yapımı Black Swan'da çok ciddi bir rolde görebiliyoruz. Kadro böylesine yetenekli oyuncularla dolu işte. Zaten Ashton Kutcher'a değinmek bile istemiyorum.
E tabi bunca şeyden sonra bi güzellik yapmadan olmaz.

heloviskansın

16 Aralık 2010 Perşembe

Do you understand?


Benidahafazlagüldürebilecekbirkuvvettanımıyorum.
YES!

15 Aralık 2010 Çarşamba

...ve geri döndüler!

 
hemdeartıksuratımızınortayerinebirgüzel... neyse!

14 Aralık 2010 Salı

Welcome to the Carnival of Circus Freaks


Deminden beri bu adamlarla ilgili neler yazabilieceğimi düşünüyorum. Bu adamları tanımlamak çok güç, onlar çok olağanüstü, söyleyecek söz bulamıyorum olayı değil, aksine aslında bu adamlar için söyleyebileceğim çok şey var, ve öyle aman aman adamlar değiller, hayır yetenek ve sıradışılılık hat safhada tabi, öyle bir aman aman değillik değil, neyse ben bi yerden başlayayım gerisinde ne demek istediğim anlaşılır.,

Şimdi elimizde 3 adet müzisyen var. 3 adet "sanatçı" var. Bu sıfat, taşıması çok güç, çok ağır bir sıfattır. Ama bu adamlar bir müzik albümü yaparken sadece işin müzik icrasıyla uğraşmaktan öte eserlerine teatral bir yapı da katıyorlar  (vokali duyar duymaz bunu farkedebiliyoruz) bu da kendilerine bir müzisyenden çok bir sanatçı kimliği kazandırıyor.
Adamlar neden sıradışı? Kelime anlamına baktığımız zaman "sıradan olmayan, farklı, değişik" gibi bir anlamı var. Müzik dünyasına baktığımız zaman sözlerin büyük bir çoğunluğu şu an dinlediğim parçada olduğu gibi aşk üzerine. Diğer azınlık diliminde "insanlar, yaşanan acılar, isyanlar, savaşlar, laylaylom insanlar v.b." yine normal görülen ve sürekli dile getirilen konular hakkında oluyor. E bunun nesi garip? diceksiniz belki. Yok garip olan bir şey yok zaten.
Garip olan şey işte buda başlıyor esasında; fahişeler ve pezevenklerini, uyuşturucu bağımlımlarını, hırsızları, garip görünümlü cüceleri, homoseksüelleri, sarhoşları-ayyaşları, sokaklarda yaşayan kabul görmeyen, "hayatların" hep dışında tutuldukları için kendi "hayatlarını" yaratan ve değil aralarına girmek, bazılarının adlarını duydugumuzda bile geri çekilebileceğimiz insanları, kısacası kendi değimleriyle "freaks" diye nitelendirilen insanları konu alan şarkılar yazmak insanlar için sıradışı geliyor olabilir. Ama normal nedir ki?

My mother was a prostitute
My father was a thief
My auntie ran a brothel
It gave cheap relief
Crime, crime
Crime doesn't pay

gibi sözlere sahip bir parça sanki kulağa daha samimi geliyor. Ütopik değil en azından. Bir çocuğun annesi hayat kadını, babası hırsız ve diğer aile üyelerinin hepsi ya da bir kısmı toplumun normlarına uygun hareket etmiyorsa onlar hakkında bir şeyler yazılmayacak mıydı? Acaba kaç tane hayat kadını işinden memnun? Kaç tane hırsız sırf adrenalin olsun diye hırsızlık yapıyor? Ya da kaç tane uyuşturucu/alkol bağımlısı kafası güzel değilken mutlu?


Biz "normal" insanlar olarak kafamız güzel değilken bile aslında kafamız güzel yaşıyoruz. Dış dünyadaki birçok olumsuz uyaranı görmezden geliyoruz. Sabah dibinize kadar gelip sizin ayakkabınızı boyamak isteyen çocukların, dilenen insanların, gece evinize giderken size saldıran tinercilerin, "abi 2 liran varmı bi şarap alacam" diyen şarapcıların kaç tanesinin gözünün içine bakıp empati kurabildik? İnsan kendisini rahatsız eden düşüncelerden-uyaranlardan-davranışlardan kaçan bir hayvandır sonuçta. O şarapçının gece nerede uyuyacağını, ne yemek yiyeceğini, kimlerin itilip kakılmasına maruz kalacağını gözlerinin içine bakarak düşündünüz mü hiç? Belkide çöpte bulacağı yarısı ısırılmış bir ıslak hamburgerin kaç günlük olduğuna aldırış etmeden büyük bir mutlulukla midesine indirecek. Ama o ıslak hamburgeri atan insanın tek sorunu vardı, ya tadını beğenmedi, ya da aç değildi. Öylesine aldığı ve attığı bir hamburgerdi.
Yolumuzun üstünde bir travesti gördüğümüzde ağzımızdan çıkan ilk kelime "amınakoyimşuibneyebak" olacaktır. Ama onu ibneleştirenlerinin biz olduğumuzu düşünmeden söylenecek bir söz. Daha artistik bir değimle gayr-i ihtiyari. Evet hepimiz herzaman için birtakım artistik görünüş içersindeyiz. Giydiğimiz sandaletin markası ne kadar büyük boyutta çizilmiş yerleştirilmişse bizim için o kadar etkileyici ve güzeldir. Onun altında bir taban olmasının bizim için herhangi bir anlamı yoktur. Çünkü o bizim ayaklarımızı bastığımız yerküre üzerindeki zararlı birtakım etkilerden korumaya yarayan bir aksesuar değil. O bizim artistik hareketimiz.
Ha şimdi senin hiç levi's pantalonun, adidas ayakkabın yok mu? Artislik yapma! derseniz evet artık var derim. Senin yok mu? Daha önce vardı demiyorum. Artık var diyorum bakın. İki cümle arasındanki tek farkı bulana da hediyem var.
Neyse bu tarz toplumsal sorunlar için daha sonra konuşalım, biz şimdilik abimleri daha fazla kızdırmadan esas mevzuya dönelim. Aslında bu onları da ilgilendiren toplumsal bir mevzu ya neyse. Hatta onların esas mevzuları.


Neyse efendim, bu güzide grupla tanışmam çok eskilere dayanmıyor aslında. Keşke dayansaymış dicem ama malesef değil. Kendilerini bir ara müzikallere, sirklere ve bunun gibi gösterilere karşı başlayan merakım sonucu tesadüf eseri keşfetmiş bulundum. İlk göze çarpan özellikleri, garip makyaj ve sahne şovları. Vokalist Martyn Jacques'in o bir opera divası olma hayalleri ile yanıp tutuşan ama herzaman için cırtlak sesi yüzünden biryerlere gelemeyen şişman orta yaşlı bir kadın sesine benzer sesini duyduktan sonra da dur dedim. Bunlarda bişiler var. Vokalist ve aynı zamanda akordeonunu elinden hiç düşürmeyip enfes bir şekilde çalan Jacques uzun yıllar boyunca opera eğitimi almış ve tiyatro ilgilenmiş bir abimizmiş. E bu teatral yapının nerden geldiği şimdi anlaşılıyor o zaman. Kendisi aynı zamanda yaşamının büyük bir bölümünü bir genelevin karşındaki evinde gecirmiş. Genelev ve sözlerin genel yapısı? işte şimdi yavaş yavaş şekillenmeye başladı. Zaten hayali bir yapı olamazdı bu. Mutlaka aralarına girmek gerekiyordu. Birde yanına saçlarına kurban olduğum mutfak spatula, çatal-bıçak ve oyuncakları baget olarak bellemiş enteresan baterist (Jacques'in değimiyle "james joyce on drums) Adrian Huge ile double bass çalan, testereli ilah, pis insan Adrian Stout alarak, çingenelerin arasına bodozlama daldıktan sonra ortaya bu üçlünün enfes eserleri ve şovları çıkıyor işte.


İşte üstte görmüş olduğunuz şovları ile dikkatimi çekmişlerdi kendileri. Dikkat çekmeyecek gibi değildi hani. Sizin dikkatinizi çekmemiş olabilir tabi, çekmese de olur sorun değil. Yalnız 13 şubat 2010 gibi bir tarihte üstelik benim nadiren olduğum İstanbul il sınırları içersinde olduğum bir günde İksv'nin düzenlediği bu müthiş gösteriden bi haberdim. Bihaber olmam belki de daha güzel oldu. Haberim olupta gidememek daha önce gidemediğim diğer bütün konser ve gösterilerden daha pis koyardı.
Şimdi ben bütün bu pisliğin arasına tereddütsüz dalarım diyorsanız, sizi şöyle alalım.

Siz onları indiredurun ben bunu izleyip bi iç geçireyim.


Çok video doldu burası, pek sevmedim aslında ama olsun. Bu yazı dağınık pis olmayacaksa hangi biri olacak?
Bu kliplerini çok seviyorum. İnsanın canı cin çekiyor. Cin canım başka bişi değil, siz cine odaklanın cinin nerede durduğuna değil. Cin şişede durduğu gibi durmayabilir, zaten şişede durduğu yerde durmuyor. =)


6 Aralık 2010 Pazartesi

Bir "Soluk"ta Ceylan Ertem

Başlamadan önce;
bu yazı saygıdeğer güzel insanın on popüler(!) blog gücüne sahip blogundaki yazısından esinlenerek yazılmıştır.
Yazı içersindeki hiç bir şahıs, kurum, albüm ve sanat eseri hayal ürünü değildir, tamamen gerçektir.


Bundan yıllar önce "el kadar bir kızım el kadar" diyen kızımız artık ele avuca sığmaz oldu amcası.
Kendisini Anima'da ilk dinlediğim zamanı daha dün gibi hatırlıyorum. Tabi o zamanlar internet dünyasının nimetlerinden bu denli yararlanmak ne mümkün,en büyük müzik kaynağımız bir zamanların efsane kanalı "Kral TV" idi. (Antakya'nın Subaşı Köyü'nde kablolu tv vardı da biz mi Dream TV, MTV izlemedik?) Joker gibi dönemine göre oldukça enerjik bir parçaya kayıtsız kalmak imkansızdı tabi. Akabinde ve detayında dinlenilen bir "Yağmurla Gelen" insana dumurların en büyüğü yaşattı. Sonrası mı?

İşte yıllar sonra el kadar kızımızın ne denli etkileyici işler yapacağının ilk sinyalleriydi onlar. İki sene önce kendisinin ne yaptığını merak edip (ve artık internetin nimetlerinden yararlanabilen biri olarak googla'a başvurup) baktığımda, beklenilenler doğrultusunda bazı yapılanmalara girdiğini görmek mutluluk verici idi.
Açık Radyodaki programını dinleme şerefine erişemedik belki ama bu sene daha başka bir şerefe nail olmuş bulunduk.

2007 yılında daha kurulmadan dağılan Anima'dan yıllar sonra Ceylan Ertem'in sesini bu sefer kendi solo projesnin ilk ürünü (ve son olmamasını istediğimiz) "Soluk" albümünde duyduk. Albüm ilk dinlemede çok basit gelebilir ancak bir süre sonra sindirildiği vakit, aslında üzerinde ne kadar büyük bir özenle çalışıldığını anlamamak ancak sıradan kulaklara has bir özellik olur sanırım. E zaten mümkünse onlarda dinlemesin. Çok dinlenilmek başarı için bir kriter değildir hiçbir zaman. Önemli olan dinleyebilen kişilerin kulaklarında kalıcı bir yer edinebilmek.

Albüm genel olarak bir Jazz tabanı üzerinde kurulmuş. Kimi parçalarda (özellikle "Şenay") psychedelic öğelere bile rastlayabiliyoruz. Torun parçasının bende Balmorhea etkisi yaratması da ayrı bir konu. Aynı zamanda "Fikrimin İnce Gülü", "Gönül Dağı" ve "Kızılcıklar Oldu mu?" gibi türk müziğinin özünü taşıyan eski eserleri 'kendi eşsiz yorumunu katarak' seslendirmiş olması, bizlere albümün ne kadar çok yönlü bir çalışma olduğunu gösteriyor. Dikkat ve Takdir edilmesi gereken bir diğer Parça Nazım Hikmet'e adanmış olan çalışma. İnsan söyleyecek söz bulamıyor.

Albümün oluşmasında birçok sanatçının emeği var. Hepsinden bahsetmeyecem elbet ama içlerinden iki isime değinmeden edemicem. İlkinin ismini çoğu kişi pek bilmez ama Mehmet Güreli, Bülent Ortaçgil, Yeni Türkü, Ezginin Günlüğü, Bulutsuzluk Özlemi ve daha birçok bilindik grupları dinleyenler onun piyanosunun sesini mutlaka duymuşlardır. Ayse Tütüncü ile ilk tanışmam Mehmet Güreli ile ortak çalışmaları olan Vapurlar/Blues sayesinde oldu. Albüm Mehmet Güreli'nin kısa film çalışmasının müzikleriydi. Daha doğrusu kısa belgesel. Sonrasında dinlediğim Çeşitlemeler ve Panayır albümleri ile arşivimde sarsılmaz bir yer edindi kendine.
Albümde emeği geçen bir diğer isim ise tesadüfi bir şekilde çok yakın bir zamanda çıkarmış oldugu Newborn albümüne rastladığım ve geçen hafta illegal yollarla dinlediğim Çağrı Sertel. (Antakya'da DnR vardı da biz mi satın almadık? Hayır olsa bile bulabilir miyiz?) Newborn albümünün güzelliği üzerine kendisini Soluk albümünde Ceylan Ertem'le beraber görmek dinlemek mest etti.

Ceylan Ertem çok güzel yazıyor,çekiyor,söylüyor,canlı da söylüyor,konuşuyor da konuşuyor. Onun hakkında çok daha fazla şey söylenebilir ama özetle Ceylan Ertem ruhumuza kastediyor.

Son olarak albümün illegal linkini vermek istemediğimi belirteyim. Zaten vermesem bile internette bir sürü yerde bulabiliyorsunuz. Ben yine pamuk eller kredi kartlarına diyorum ve sizden şurayı ziyaret etmenizi istiyorum. Yok ben burdan almam dersen e bir zahmet kaldır bi tarafınıda DnR'a (DnR'dan reklam parası mı alsam acaba?) ya da başka bir müzik markete gidip alıver. Hep indir hep indir nereye kadar? Sanat kar amacı gütmemelidir elbette ama bu adamlar ne yer ne içer diye düşünmekte lazım. Ayrıca belirli bir bedel karşılığında almış olacağın albümü dinlerken yaşanılacak haz gibisi yoktur. Test ettim, onayladım.



Dip Not: Bu parçanın kayıtlarında bir başka enfes grup Gevende ile çalışılmışki, klip içersinde de Gevende'den esintileri çok rahat görebilmekteyiz.

The World is a Deaf Machine