30 Kasım 2010 Salı

They don't sleep anymore on the beach.


ItwasConeyIsland,theycalledConeyIslandtheplaygroundoftheworld.Therewasnoplacelikeit,inthewholeworld,likeConeyIslandwhenIwasayoungster.Noplaceintheworldlikeit,anditwassfabulous.Nowit'sshrunkdowntoalmostnothingyousee.And,Istillrememberinmymindhowthingsusedtobe,and,youknow,Ifeelverybad.Butpeoplefromallovertheworldcameherefromallovertheworld.Itwastheplaygroundtheycalledittheplaygroundoftheworldnedenhalenokumaktaısrarediyorsunanlamıyorumoverhere.Anyways,yousee,IyouknowIevengot,whenIwasverysmall,IevengotlostatConeyIsland,buttheyfoundmeheryazılanyazıanlamlıolmakzorundamıontheonthebeach.Andweusedtosleeponthebeachhere, "sleep" overnight.theydon'tdothatanymore.

Things changed, you see.

They don't "sleep" anymore on the beach.

Music for Idiot(s) - vol.IV (Part - 1)
Music for Idiot(s) - vol.IV (Part - 2)

01 - Grails - In the Beginning
02 - Meanwhile, Back In Communist Russia - Heatstroke
03 - (The) Slowest Runner (In All The World) - We, Burning Giraffes
04 - Our Ceasing Voice - Passenger Killed in Hit and Run
05 - Hadoken - Stations
06 - Ana Never - 30 Seconds of My Paste Life
07 - Shora - Parchelion
08 - Hṛṣṭa - ... and We Climb
09 - Mono - Yearning
10 - Godspeed You! Black Emperor - Sleep
11 - (Bonus Track) - Clint Mansell & Mogwai - Death Is the Road to Awe

Olası doğabilecek bütün depresif duygu durumlarından blogumuz sorumlu değildir.
Neden olsunki zaten. Hepiniz ne yaptığını bilen aklı başında insanlarsınız.

26 Kasım 2010 Cuma

Another Dead Hero: The Bill Hicks Story


Dünkü kayıttan sonra kendi kendime "acaba çıkmışmıdır şu belgesel? Ne zamandır bakmıyorum" şeklinde söylendikten sonra bi bakıverdim. Daha önce bakmadığım içinde epey kızdım kendime. Neyse bu haftasonu öbür dünyaya Bill abimizi bi ziyarete gidecez. Tüm randevuları (çok varmış gibi) iptal etmeli.

Yalnız bence bu belgeselin adı bu olmalıydı. Henüz izlemedim indirme işlemi devam ediyor. Dosya indirimi bitmeden de kontrol ettim ecnebilerin değimiyle "fake" değilmiş.
Tanıtımda TOOL üyelerinden kimseyi göremedim ayrıca. Ama tabi yine de indirme işleminin bitmesini beklemek lazım. Daha sonra gelecek bir (yine ecnebilerin değimiyle) -edit- ile izlenimleri yazarız belki. Tabi götümüz yerse. Nerden nasıl indireceğiniz konusunda bilgi vermek istemiyorum. İndirmek isteyen varsın kendi öğrensin. Ben burda biyerlere bişiler bıraktım.

23 Kasım 2010 Salı

It's Just a Ride!

But we always kill those good guys who try and tell us that. You ever noticed that? And let the demons run amok. But it doesn't matter, because ... It's just a ride.


21 Kasım 2010 Pazar

M is for Milla mix

Maynard ile Milla çocuk yapsa yeni bir insan ırkı ortaya çıkar. Çıkmaz mı? Nasıl Çıkmaz?

20 Kasım 2010 Cumartesi

Clann Zú



En güzel gruplar neden hep çok erken dağılır? Ya da vokalistleri ölür? Neden her grup Sentenced'ın yaptığını yapmaz, ya da yapamaz? Başlayın arkadaşım müzik hayatınıza bizi boğun öldürün ondan sonra bi "The Funeral Album" yapın, albümün son parçasıda "End of the Road" olsun bi dinleyen bir daha dinleyemesin, hatta bazılarıda anlamlı olsun diye otobüs terminaline bırakırken size dinletsin, yol boyu efkar yapın.
Ya da "ISIS" gibi (her ne kadar halen içimiz cız ediyor olsa da ) "ISIS has done everything we wanted to do, said everything we wanted to say." dedikten sonra inzivaya çekilsin.

Erken veda etmiş olan saymakla bitmeyecek gruplar arasında Avustralya - Melbourne menşeli bir Clann Zú vardır ki çıkardıkları az sayıda albümle kendilerine müzik evreninde çok farklı bir konum edinmişlerdir. Kendilerini ismi şu anda hiç ama hiç lazım olmayan bir insan giderayak önermişti.
Grup müzikal tür olarak çok belirgin bir yere yerleştirilemiyor, "Deneysel Progressive" dicem çok garip olacak sanki. Herneyse zaten çokta önemli değil."Throw Your Arms Around Me
Önemli olan nokta vokalist "Declan de Barra". İrlanda'lı Declan benim için Clann Zú'nun tek adamıdır. Sebebi ise grup dağıldıktan sonra grubun diğer elemanlarının "My Disco" gibi garip bir oluşum içine girmiş olmaları. Açıkçası grubu çok dinlemedim ama ilk başta çokta benlik olmayan bir tarzları vardı. En iyisi uzak durup esas adama yoğunlaşmak gerekiyor dedim. Grubun en dikkat çeken yönü aslında Declan de Barra'nın garip sesi ve şarkı sözlerinin nakarattan çok bir hikaye anlatıyormuş gibi bir şekilde olması. Şarkı söylemekten çok bir şeyleri anlatma açıklama çabası var. Bu açıdan daha deneysel bir çalışma olarak görülebilir. 
Grup dağıldıktan sonra Declan boş durmadı elbet. Kendi ismini taşıyan solo projesi ile bizleri daha akustik, daha derin 2 tane albüm armağan etti. Bunlardan ilki 2005 yılında yani grubun dağıldığı sene içersinde yayınladığı "Song Of a Thousand Birds" diğeri de 2008 senesinde yayınladığı "A Fire to Scare the Sun"dır. Özellikle bu albümü içersinde bulunan "Until the Morning Comes" ve ilk albümlerindeki "Throw Your Arms Around Me" başka da bişey dinlemeyelim zaten dedirtiyor. Neyseki arada bir "On and On" gibi naif bir parça yapmışta insan biraz olsun albümü dinlerken kendine gelebiliyor.

Declan De Barra'nın aynı zamanda çellist (nasıl bir tanımlamaysa artık, çello çalan işte) Kate Ellis ile yaptığı daha deneysel bir çalışma olan"Little Black Boat" var. Proje biraz daha karanlık. Biraz daha insanı geriyor.
Projenin ismiyle yukardaki Black Coats and Bondages albümündeki küçük siyah kayığın bir bağlantısı var sanırım. Nitekim kendi solo projesinin sonm albümünde de küçük bir tekne var. Belkide bişi anlatıyor ama açıkçası bu kafayla çözemedim.

Son olarak şöyle birkaç  güzellik yapmak istiyorum. Gruplar hakkında süslü püslü cümleler kurmak yerine böyle güzellikler yapıp onlar hakkındaki süsü püsü size bırakmak daha doğru olur kanaatindeyim. 




En dip not: Klibin senaryosu ve animasyonu Declan de Barra'ya ait. Bi bu eksikti zaten.

18 Kasım 2010 Perşembe

Self-improvement is masturbation... Now self-destruction!













Jack: If you could fight any celebrity, who would you fight?

Tyler: Alive or dead?

Jack: It doesn't matter. Who'd be tough?

Tyler: Hemingway. You?

Jack: Shatner. I'd fight William Shatner.

Narrator: We all started seeing things differently. Everywhere we went, we were sizing things up. I felt sorry for guys packed into gyms, trying to look like how Calvin Klein or Tommy Hilfiger said they should.

Jack: Is that what a man looks like?

Tyler: Ahh. Self-improvement is masturbation. Now self-destruction.!




Bu nefis kısa film için "noibio" insanına yeniden teşekkürler.


.

17 Kasım 2010 Çarşamba

Tesadüf bilinmeyen bir mecburiyet midir?



Bundan yıllar yıllar önce gecenin en bi yarısında hangi kanal olduğunu hatırlamıyorum ama tv kanallarının birinde en uykusuz olduğum bir dönemde filmin başındaki metro sahnesinde yakalamıştım. Tabi o zamanlar ciddi biri sinema izleyicisi değildim. Oyuncular isimler falan ilgimi çekmiyor. Ancak filmin bitiminden sonra "evet hayat budur!" dedirten filmin adına bakamadığım için içime bir fil oturmuştu.

Gel zaman git zaman bu film her zaman için aklımın ucunda bir yerde sessizce bekliyordu. Ta ki güzel bir İstanbul akşamında yenilen güzel bir yemeğin ardından ( yemeği benim yaptığımı ve çok güzel olduğunu belirtip kendimi övmek istemiyorum) yapılan sohbet esnasından Benjamin Button konusu açılana kadar. Film güzeldi-değildi, oyunculuklar iyidi-değildi film uzundu, sıkıcıydı, olay örgüsü saçmaydı gibi yorumlar bir kenara filmin en çarpıcı sahnesi bence elbetteki Daisy karakterinin geçireceği trafik kazasını anlatan bölümdü. Orayı izlerken aklıma yine bu film gelmişti ancak yine bir türlü ismini anımsayamıyordum. Aklıma tek gelen şey "sarışın bir oyuncu vardı, metroyu kaçırdıktan sonra film ikiye bölünüyordu ve birinde saçını kesiyor diğerinde uzun kalıyordu falan filan.
İşte Benjamin Button'da geçen Daisy sahnesi üzerine bende bu filmin bu tanımını yaparken Nesil birden "Gwyneth Paltrow oynuyordu değil mi?" diye sorunca hemen bir ümitle kutsal sinema kaynağı imdb'ye başvurduk. Hangi yıldı, neydi, nasıldı derken karşımıza "Sliding Doors" çıkıverdi.

Film için çok fazla spoiler vermeden kısaca ve kabaca "hayatımda şunu şöyle yapsaydım böyle mi olurdu? yoksa böyle yapsaydım şöyle mi olurdu?" dedirten ve "acaba hayatın tesadüfler üzerine kurulu bir mecburi düzenden ibaretmidir?" düşüncesini yerleştiren bir yapım. Kimileri doğmatik bilgiler ışığında buna kader diyebilir, kimileri ise evren olasılıklar üzerine kuruludur ve kişinin hangi düzlemde hayatını sürdüreceği çevresel ve duygusal etmenlere bağlıdır diyebiliyor. Filmin sonu her ne kadar herşey olacağına varır kaderin önüne geçilemez gibi bir anlam taşıyor gibi görünse de bu kişinin bakış açısına bağlıdır elbet.

Filmi sadece indirmek olmazdı elbet. Bende internetten şöyle bir araştırma yapıp arşive katmak istedim. DVD kapaklarına olan takıntım üzerinde yine benim obsesyonlarım başgösterdi ve bu filmin üzerinde "Rastlantının Böylesi" yazmamalı dedim. Aradım ve gittigidiyordan orjinal kapaklı(!) bir tane buldum. Tabi ben öyle sanmışım. Adi satıcı bildiğimiz kanald sinema hedehödösünün verdiği DVDyi bana haketmediği bir fiyata kakaladı. Evet kazıklandım ancak sevilmiş götün davası olmazdı. DVDyi izleyip arşive bir güzel yerleştirdim.

Filmi izledikten bir süre sonra önüme bu sefer çok sevdiğim ve bütün filmlerini izlediğimi düşündüğüm Kieslowski nasıl olduysa "Przypadek" diğer adıyla "Blind Chance"i çıktı. Meğersem beni sarsan Sliding Doors Kieslowski'nin Blind Chance'nin aşırmasıymış. Senaryo içerik olarak farklı elbet ancak mantık aynı. Tabi sadece senaryo değil, haliyle oyunculuklar, kurgu ve Kieslowski'nin sinema dilinin çok farklı olduğunu görüyoruz. Tabi bu eksiklik biran önce giderilmeliydi ancak bu garip şehirde yaşarken film izlemek oldukça güç bir durum. Bende arşive Blind Chance'i de katıp ilk Mersin ya da İzmir ışınlanmamda höpürdete höpürdete bu filmi izleyecem.
Spoilerleri takmayıp bakındığım kadarıyla Kieslowski'nin Blind Chance'i, Sliding Doors'tan bir beden ya da daha doğru bir değişle bir paralel evren daha büyükmüş. Bununla beraber film romantik komediden çok daha toplumsal daha sert ve siyasi denilebilecek bir dile sahipmiş. Ben izleyenlerin yalancısıyım.


Şimdi Kieslowski'nin fazladan bir paralel evreni var diyoruzda bu sabah bu yazıyı yazmama sebebiyet veren sevgili noibio insanının gönderdiği Blue States'in Allies klibinde karşımıza 4 farklı evren çıktığını görüyoruz. Parça klibiyle beraber oldukça keyifli ve dinlenesi, dinletilesi bir parça. E o zaman iyisimi ben size yolu göstereyim...

Bi saniye klibi izlemeden önce son anda aklıma gelen bir "Run Lola Run" vakası vardır elbette. Az kalsın unutuyordum. Tabi biraz daha popülaritesi olan bir film olduğundan çok fazla birşey söylemeye gerek yok. Tek ekleyebileceğim nokta Run Lola Run'ın bu iki filmden ve birazdan izleyeceğiniz klipten farkı olay örgüsünün sürekli başa sarıp yeniden başlıyor olması. Ben izlemedim demeyin, her yerde var bulun bir yerden işte. Herşeyi devletten beklemeyin canım.

14 Kasım 2010 Pazar

Akıllara Zarar Konser Haberleri - vol.I



Tarih: 09.01.2011
Yer: Balans İstanbul

Bu konser çok can yakar.
Eskilerden bir Pluvius Aestivus ile giriş yapsalar, akabinde Idioglossia, Ashes, A Trace Of Blood combosunu müteakip Second Lovecı Pain of Salvationcıları tespit etmek ve saf dışı bırakabilmek için bir Second Love çalarak, hiç ara vermeden yeni albümlerinden Yellow Raven ve ölümcül Sisters'ı çalsalar zaten daha sonrasında ne çalsalar boyut itibariyle konser alanıyla iletişimimiz kesileceğinden pek bi önemi olmayacak.
Konser alanına küçük diyorlar ben daha önce Balans'a gidemedim (ah ne konserler kaçtı) ama bu küçüklük bizler için birtakım avantajlarda sağlayabilir elbet. "Minyon" arkadaşların masa üstlerine çıkmaktan öteye gidip sahneye çakılacaklarını düşünüyorum. =)

İstanbul konserinden önce 8 Ocakta Ankara Pasaj Pub' ta olacaklarmış. Bu da güzel tabi. Türkiye'de konserler bir şehre endeksli olmamalı. Hatta mümkünse adamlar Eskişehir, İzmir, Adana falanda gezsinler. Tamam Adana'ya POS gitmez ama diğer daha alternatif grupları bu taraflarda görmek isteriz elbet.

Bu parçayı seçtiğinden dolayı "Minyon" arkadaşıma teşekkürler ediyorum. =)

11 Kasım 2010 Perşembe

Hicaz Makamında Jazz...


Hamamizade Ismail Dede Efendi'den Wofgang Amadeus Mozart'a,  Hasselman'dan Nayi Osman Dede'ye Johann Sebastian Bach'tan Tamburi Cemil Bey'e.
Kısacası klasik batı müziği ile geleneksel türk musikisinin Jazz sentezi. Şimdilik çok uzatmıyorum. Daha uygun bir zamanda (bünyenin daha çok alkol içerdiği bir gece) bu oluşumla ilgili birkaç birşey yazılacak. Şimdilik sadece gözlerinizi kapatıp dinleyin.




Gabriel Faure'nin Pavane'sini es geçmekte olmaz, hatta kanlı canlı izlemeli dinlemeli, sonrada uyumalı artık. Yarın sabah işe gitmek gerekmekte.

7 Kasım 2010 Pazar

I Hate Sun(!)days

Pazar günlerinden nefret ederim. Güneşli pazar günlerinden daha çok nefret ederim. Hele birde çekirdek ailelerin pazar sabahı temizlik delilikleri varsa o evde ve sen eşşek kadar olmana rağmen halen ailenle yaşıyorsan pazar günleri sana işkence gibi gelir.
Pazar günleri benim için uyandıktan sonraki 2 saatlik zaman dilimi içersinde biter. Ondan sonra işe gitsemde olur sorun değil.


Bu sinir bozucu güneşli salak pazar sabahınında diğerlerinden bir farkı yoktu nitekim. Evin salonunda bir sığınmacı gibi yaşıyor olmanın verdiği eziklik ve cuma gecesi içilen biraların acısının dün gece ülser tarafından tek tek çıkarılması sonucu görülen kabuslarla alınan* uykudan sonra şahane(!) bir pazar sabahına uyandık yine.

Kendimize gelmek için yapılan Dredg dinletisinden sonra ne yaparım ne ederim bu salak günde diye dolanırken Mauna Kea Band'e rastladım yine. Uzun bir zaman önce rastladığım ve "vay arkadaş, bizimkiler bu işi giderek daha iyi yapıyor dediğim" 2 tane parçası olan ama onlarında şimdilik yeterli olduğu yurdum grubu.
Grup post-rock temelinde uzayımsı melodilere ve düz monolog/diyaloglar eşliğinde benim yorumuma göre "leziz" 2 adet eser sunmuş bizlere. Devamının ve en nihayetinde bir albüm çıkarmalarını beklemekteyiz. Nitekim grup henüz 1 yaşında ancak gelecek vaad etmesini istediğim bir grup. Yurdum insanı post-rock olgusuna pek bi aşina olmadığından (Bu ne abi e bunda söz yok!) çok fazla gözler önüne çıkamıyorlar ancak bizim istediğimizde bu zaten. Yeraltı her zaman daha iyidir.



Onunla ilgili bişiler bakınırken onlardan çok farklı bir tarza sahip ama onlardan daha da leziz, daha da nefis Quartet Muartet'e rastladım. Grubun ve parçaların ismi sizi yanıltmasın. Çok geyik gibi dursa da jazz fusion gibi ciddi yetenek ve kafa gerektiren bir tür icra ediyorlar. Adamlar delilik ve dahilik arasında bir yerde kalmış olsa gerek, "Salça, Bobi, Elektrikli ev Aletleri, Deminki Parça" gibi parça isimleri kullanmışlar. Fazla kasmayalım abi, artisliğe gerek yok zaten çok ciddi iş yapıyoruz, dünyayı biz mi kurtaracaz koy götüne gitsin ak (yavaş yavaş sakin ol) tarzında bir düşünceye sahipler.



Grup Sarp Maden, Volkan Öktem ve Çağlayan Yıldız ile 1997'de Trio Mrio adıyla başlamış sonrasında daha maçın ikinci yılında Çağlayan Yıldız takımdan ayrılarak yerine Alp Sönmezer dahil olmuş. Bu sanatçı değişikliğinden sonra grup Genco Arı ile evrim geçirerek Quartet Muartet halini almış.
Grup elemanlarının geçmişlerine tek tek baktığımız zaman hepsini daha önce birçok projede zaten ayrı ayrı dinlemiş olduğumuzu görüyoruz. Quartet Muartet için o zaman yerli Voltran tanımlamasını rahatlıkla yapılabilir.
Grup Dokuz Parça ve Dokuz Parça Daha şeklinde yine çok güzel isimlere sahip iki albüm çıkarmışlar. Bu noktada bir güzellik daha yapıp bir zahmet grubun albümlerini alın diyorum. Hep öle illegal çalışmayalım lütfen. En azından yurdum sanatçılarına bir faydanız olsun. Sanat maddi çıkar için yapılmaz diyenler için bir hafta fotosentez ile yaşamayı denemelerini salık veriyorum.

Hadi bakalım pamuk eller kredi kartlarına.
Quartet Muartet - Dokuz Parça Daha
Genco Arı - Wizart
Sarp Maden - Bence
Sarp Maden - Ardından
Çağlayan Yıldız - Az


İstanbul'a bir sonraki gidişim Nardis'te şu güzellikleri dinlemek için olacak...

Tehlikeli Sularda Yürüyoruz

Hayat, ölümün biyolojik olarak aktif safhasıdır. Hiçbirimiz yaşamıyoruz, hepimiz ölüyoruz. Safhalar değiştirilemez, hiçbir şey değiştirilemez, sadece ekleme ve çıkarmalar vardır. Ölüm anı bir noktadır, eklenip çıkarılabilir. Noktasal olarak farklı kurgulanabilir. İlk nefes, yemek borusundan besin takviyesi, uterusa düştüğümüz an, hayvani cinsel güdülerin bizleri taşıyan rahimlerin sahiplerine hissedildiği anlarda olabilir.
Bir tek ölüm süreci noktasal değildir. Tanrı’nın varlığı ölümün ta kendisidir. Ve Tanrı’nın ilgisni çektiğimiz sürece lanetlenme ya da kurtuluş umudumuz olabilir. Ya can düşmanı olacağız ya da hiçbirşeyi.



Chuck Palahniuk.





If you're frightened of dyin' and you're holding on. You'll see devils tearing your life away.
But if you've made your peace, then the devils are really angels, freeing you from the earth...


Ayrıca izleyiniz. 

6 Kasım 2010 Cumartesi

Take Me As I Am




Bornova'da eski sert duruşunu devam ettirdiğini düşünüp dancına giderek içerde hophop kopkopçuların saldırısından son anda kurtulduktan sonra kendimizi gözü kapalı şekilde attığımız Alsancak'ta dışarıya Octavarium melodileri yayan ve İzmir'deki son gecemi 1 saatlik bir süre içinde kurtaracak olan Sardunya'ya sığındığımızda geceyi kapatan parçaydı. Hatta 10 günlük İzmir keyfime damgasını vuran parçaydı.
Ne zamandır Dream Theater dinlemediğimi farkettim o anda. Mekanda sadece bir masa doluydu, onlarda pek tikicandı. O yüzden adamlar sesin yüksekliği konusunda gönüllerince davranıyordu. Sesin yüksekliği içerdekilere "kalkın lan artık ibineler daha eve gitcez dota oynayacaz" mesajı taşıyordu alttan alttan. Ama bize işlemedi tabi. İşe yaramadığını gördükleri için bu seferde müzik yayını kestiler.

Neyse konuyu dağıtmadan Dream Theater'daki tarihi gelişmeye değinmek istiyorum. Mike Portnoy'suz Dream Theater düşünemiyorum diyordum zamanında, düşlerim gerçek oldu ama.
Mike abimiz şöyle bir açıklama yaptıktan sonra 25 yıldır özdeşleştiği Dream Theater'dan ayrıldığını açıklamıştı geçtiğimiz Ağustos ayında.

Grup henüz Mike yerine kimin geleceği konusunda resmi bir açıklama yapmadı sanırım ama bir süredir Virgil Donati'nin Mike Portnoy'un yerine geçeceği konuşulmakta.Onun öncesinde birkaç kişiyi deneyip gruba öyle alacaklarını söylemişlerdi. Konuşulan isimleri duyduktan sonra ekşideki okuduğum bu entry'i düşüncelerime tercüman olmuştu.

Virgil abimiz en progressive zamanlarda farklı sol baget tutuşu sayesinde dikkatimi çekmişti. Bageti Jazz bateristlerini anımsatıyordu. Ancak hem bageti o şekilde tutup hemde ışık hızında bateri çalabilmek cidden tüyler ürperticiydi -ki abimin kendisininde tüyler ürpertici bir karizması vardır.- Planet X ile beraber yaptığı albümler birer progressive klasiğiydi.
Dream Theater'da bagetleri kim teslim alacak bakalım, merakla beklemekteyiz.

- Erman dancının girişindeki çalışana dönerek:  Dancın eskiden böyle miydi abi ya?
- Dancın çalışanı Erman'ı sallamayarak: Nesi var?

bu kısa diyalogta gecenin dumuru olmuştur. 

3 Kasım 2010 Çarşamba

Low Rock, Fuck Rock Actually!

 

Enstruman çalamamanın dayanılmaz hafifliği iyiden iyiye ağır gelmeye başladığı bu günlerde artık dinlediğim her müzik türü, hep grup, her kapı zili iyice havada kalmaya başladı. Tabi bu saatten sonra elime bir gitar alıp nothing else matters çalacak değilim. "Enstruman çalabiliyorum demek için enstruman çalmak?" yok ben almayayım.
Velakin son haftalarda Morphine ile yatıp Morphine ile kalkıp onunla işe gidip Mersin-İzmir yollarında onunla yolculuk yaptıktan sonra içimde karşı konulmaz bir "saksafon" sevdasının başladığını farkettim.
Evet saksafon. Neden olmasın? Enstrumanlar arasında en seksi olanı belkide. Bu seksiliğin kısa adı T.A.K. olan Türkiye Abazalar Komitesi tarafından yüklenen o iğrenç anlamla uzaktan yakından bir ilgisi yok. Çükümde bile değil.
Saksafon senin neyine. Yüzme bilin mi? gibi tepkiler alacağıma da eminim ayrıca ki kime danışsam aynı tepkiyi aldım. "Başka enstruman bulamadın mı? Lan kendini onu çalarken bir düşünsene? Deden görse ne der? (ne alaka Erman ya) Toplumun tepkisi falan filan.."
Tamam yakın zamanda olmasa bile eğer bir gün bir enstruman çalmaya karar verirsem bu saksafon olmalı...

Morphine'in etkileyiciliği, Mark Sandman'in karizması, Monique Ortiz'in maskülen seksiliği, Dana'nın öküzümsümsü saksafon tonları, Freud'un pembe hali yanında yerli malı yurdun malı bir tamburada derken üçüncü bir "saksafon ve low rock konseptli, Jazz soslu" toplamamızı yaptık. Buyrun burdan dinleyin.


Music for Idiot(s) - vol.III

01 - Morphine - Dawna
02 - Morphine - Buena
03 - Pink Freud - A Tribute to Don Johnson
04 - A.K.AC.O.D. - Bad Weather
05 - Mark Sandman - Cocoon
06 - Treat Her Right - Standing By Your Window
07 - Tamburada - Atina
08 - Jaga Jazzist - Airborne
09 - Twinemen - Spinner
10 - Bourbon Princess - Stretcher
11 - Morphine - The Night
12 - Morphine - Miles Davis' Funeral
13 - Orchestra Morphine - The Night (Bonus Track)




Hadi vizyona girsin artık...

The World is a Deaf Machine