31 Aralık 2010 Cuma

Kim demiş haram nedir bilmez Hayyam?

Devletin yakında internet üzerinden içki ve sigara satışını yasaklayacağını öğrenmek insanın sinirlerini bozuyor. Sinirleri bozulan insanlar daha çok alkol ve sigara tüketmeye başlıyor. Bir şeyi ne kadar çok yasaklarsan ona ulaşmak bir o kadar keyif vereceği için, alkol tüketimi üzerine yapılan bu yasaklama aslında daha çok tüketilmesini sağlayacak. E peki bu alkol tüketimi düşmanlığı nerden geliyor?
Alkol neden haram? Ya da yasak? Ya da her ne hedehödö ise...
Başımızdaki adı ak ama kendisi KARA olan insanların akıllarından ne geçiyor? Ne amaçlıyorlar. Yaptıkları onca şey yetmezmiş gibi özel hayata bu denli saldırı neden? Şarap sektörüne küçük ve büyük çapta yatırım yapan/yapacak olan firmalar ne olacak diye düşünülmedi mi? Tek sorun onun "günah" olmasımıy dı? Neden günah diye sorma sakın, acaip cevaplar veriyorlar.
Tamam inançlara elbette saygılıyız, onlara içme deniliyorsa elbette içmeyecekler ama bizim şarap çanağımızada parmaklarını sokmasınlar.
Aklıma persepolisten sahneler geliyor. Ürpermemek elde değil.

İlk etapta online satışa yasak, ikinci etapta genel marketlere satışa yasak, üçüncü etapta heryerde satışa yasak ve son aşamada tüketime yasak getirerek iyiden iyiye yobazlaşma yolunda ciddi adımlar katetmeye çalışan bu yönetimin "şerefsizliğine" kadeh kaldırmak istiyorum. Ama şaraba hakaret olur.

Bu güzide mahzenimizde en büyük darbelerden birini alacak olsa gerek. Hoş kendileri istanbulda iki yerde şubelerini açmışlar artık, bir bakıma yırtarlar ama olan bize olur. Çeşit çeşit güzelim beyaz şarapları, kırmızı şarapları, roseları, domisekleri bu site üzerinden izlemek, şişelerine bakmak bile bir tür terapi gibiydi. Ama deminde dediğim gibi, önce online satışa, sonra elden satışa, en sonunda tüketime yasak. "Kim ki o mel-un sıvıyı içe, tez kellesi vurula" nidaları yakındır.

Bu anlamsız ve amaçsız yasasnın ikinci defa gündeme gelişi, 10 Haziran 2009'da gündeme gelmiş ret edilmişti. şimdi de aynı sonucun çıkmasını diliyorum.
Şimdi diceksinki "ülkede başka sorun mu yok? Bi şarabın yasaklanması mı sorun oldu?" Evet haklısın arkadaşım. Tek sorun bu değil. Dahasını da yazmak isterim. Ama burası rahatlamak için geldiğim bir yerken neden burda yeniden öfkeleneyim ki?
Bu mevzuda şarap içerken aklıma geldi yazma gereği duydum.

Kapanışı Hayyam'la yapmazsak olmaz tabi. Şaraba en çok yakışacak parçalardan biriyle üstelik.

24 Aralık 2010 Cuma

Nasıl bişeydir bu.


allahınemripeygamberinkavliilebanabuhatunuisteyinlütfen!emirsizkavilsizdeolurfarketmez.
yineyapacağınıyaptın "noibio"

20 Aralık 2010 Pazartesi

Lay me down, Take it slow !

Benim gözümde gerçek müzisyenliğin kriterlerinden biri; canlı performanslarda albüm kayıtlarının üstüne çıkabilmek, yaratıcılık ve doğaçlamada sınır tanımamaktır.
Bu kriteri en iyi şekilde karşılayan gruplardan biriside işte hemen üstümüzde bulunan beyefendiler. Abartıya kaçmayan, uzatsa bile sıkmayan, doğaçlama çalsa bile grupta senkronu bozmayan beyler.



Şimdi canlı çalınan kaydını o kadar övdük ama parçanın orjinali de kötü değil tabi, çokta güzel aslında. Ancak Canlı kaydının giriş kısmına (ecnebice intro) ve süresinin neredeyse 3 kat uzunluğuna bakınca daha en başında ne kadar değişik bir parçayla karşılaşacağımızı farkediyoruz. Ayrıca parçanın sözlerine bakınca da çok seksi bir parça olduğunu farkediyoruz. aylaykit

Sahneye kravat ile çıkan adama da her zaman için saygım olmuştur. Yaptığı işe verdiği ehemmiyetin bir göstergesi. Takdir ettim, aferin evladım...

Let me come home



VajraBrush ile Alan'ın Saykadelik mekanında yapılan kahvaltıların tadına doyum olmaz.
Bu parçaya ciddi şekilde takılan biri olarak tavsiyem klibi arka arkaya 11 defa izlemeniz ve her izlemede sadece bir grup elemanına odaklanmanız. Grupta 10 kişi var, yanlış saymadım biliyorum. Tüm grup üyelerini birer defa izledikten sonra bayan vokali bir daha izleyin. 



17 Aralık 2010 Cuma

I said good day!



Normalde "komedi" adı altında yapılan yapımlara mesafeliyimdir. Özellikle Türkiye'deki Cem Yılmaz vakasının artık çığrından çıktığı bir noktaya gelindiğini düşünürsek, yerli yapımlardan çok değil hiç bi beklentim kalmadı. (bkz: içler acısı) Bende jübilemi Avrupa Yakası efsanesinden sonra tam anlamıyla yapıp rotamı tam yol dış mihrakların yapımlarına yönlendirmiştim.

Malcolm in the Middle olsun, Scrubs olsun, efendim efsane Seinfield olsun, onun dışında dört bir yanımızı saran karma felsefesi My Name is Earl olsun her biri tüm yurdum komedi dizilerinin toplamıına bedeldi. Ha ülkemizden çıkmıyor değil elbet ama son zamanları karşılaştırırsak... yok boşverin o konuya hiç girmeyelim.
Tüm bu saydıklarımın ötesinde yeri kesinlikle sarsılmayacak olan bir The Big Bang Theory vardır ki... ama bu yazı onunla ilgili değil, ona başka zaman değinecem. Şimdi The Big Bang Theory'nin üstünde değil ancak onunla yanyana tutabileceğim mükemmelikte olan başka bir diziden bahsedicem.



2008 yazının ağustos ayı. Okul bitmiş, iş anlaşması yapılmış, güzelim uzun uzun saçlar kesilmiş. Sırta çanta alınıp Kuşadası'na doğru yola çıkılmış. Erman'ın garip yol tariflerinden birine daha maruz kaldıktan sonra bulunan Nazilli Sitesi'nin önünde nihayet buluşulur ve artık çok uzun zamandır hayali kurulan bu güzel tatili yaşamak için ortada hiç bir engel kalmamıştır.
Yaz mevsimi, hava feci derecede sıcak ve bunaltıcı. Öğle vakitleri yapacak bişey yok tabi. Erman "abi sana bir dizi izletecem, bayılacaksın!" demesi ile bu über derecede mükemmel dizi ile tanışmış bulundum. O vakit hangi bölümleri izledik şu an tam olarak hatırlamıyorum ama net olarak hatırladığım tek sahne Fez isimli süpersonik karakterin başını otomobilin penceresinden çıkarıp "Hello, ladies!" diye bağırması ve "I said good day!" repliği.

Dizi esas olarak 6 gencin etrafında dönüyor. Bunlarla beraber 2 ana aile daha var. Şimdi hepsinin özelliklerini falan saymaya kalkarsam hem yarın işe geç kalırım, hemde diziyi yeni izleyecekler için bir dezavantaj olacaktır. Karakterleri keşfetmenin tadı bir başka.

"I said good day. Hello Ladies, Dumbass, Eric Foreman'ın garip danslarına ve circlelara değinmeden edemicem ama. Biraz da magazin bilgisi verirsek; dizide ki Hyde karakteri Malcolm in the Middle'dan tanıdığımız en büyük abi Francis karakterinin öz be öz kardeşiymiş. Bu adi Francis'te That 70s Show'daki Donna karakterininde öz be öz sevgilisiymiş. Ne diyelim allah mutlu mesud etsin. Ayrıca Jackie karakterini yakın zamanda epey ses getiren Darren Aronofsky yapımı Black Swan'da çok ciddi bir rolde görebiliyoruz. Kadro böylesine yetenekli oyuncularla dolu işte. Zaten Ashton Kutcher'a değinmek bile istemiyorum.
E tabi bunca şeyden sonra bi güzellik yapmadan olmaz.

heloviskansın

16 Aralık 2010 Perşembe

Do you understand?


Benidahafazlagüldürebilecekbirkuvvettanımıyorum.
YES!

15 Aralık 2010 Çarşamba

...ve geri döndüler!

 
hemdeartıksuratımızınortayerinebirgüzel... neyse!

14 Aralık 2010 Salı

Welcome to the Carnival of Circus Freaks


Deminden beri bu adamlarla ilgili neler yazabilieceğimi düşünüyorum. Bu adamları tanımlamak çok güç, onlar çok olağanüstü, söyleyecek söz bulamıyorum olayı değil, aksine aslında bu adamlar için söyleyebileceğim çok şey var, ve öyle aman aman adamlar değiller, hayır yetenek ve sıradışılılık hat safhada tabi, öyle bir aman aman değillik değil, neyse ben bi yerden başlayayım gerisinde ne demek istediğim anlaşılır.,

Şimdi elimizde 3 adet müzisyen var. 3 adet "sanatçı" var. Bu sıfat, taşıması çok güç, çok ağır bir sıfattır. Ama bu adamlar bir müzik albümü yaparken sadece işin müzik icrasıyla uğraşmaktan öte eserlerine teatral bir yapı da katıyorlar  (vokali duyar duymaz bunu farkedebiliyoruz) bu da kendilerine bir müzisyenden çok bir sanatçı kimliği kazandırıyor.
Adamlar neden sıradışı? Kelime anlamına baktığımız zaman "sıradan olmayan, farklı, değişik" gibi bir anlamı var. Müzik dünyasına baktığımız zaman sözlerin büyük bir çoğunluğu şu an dinlediğim parçada olduğu gibi aşk üzerine. Diğer azınlık diliminde "insanlar, yaşanan acılar, isyanlar, savaşlar, laylaylom insanlar v.b." yine normal görülen ve sürekli dile getirilen konular hakkında oluyor. E bunun nesi garip? diceksiniz belki. Yok garip olan bir şey yok zaten.
Garip olan şey işte buda başlıyor esasında; fahişeler ve pezevenklerini, uyuşturucu bağımlımlarını, hırsızları, garip görünümlü cüceleri, homoseksüelleri, sarhoşları-ayyaşları, sokaklarda yaşayan kabul görmeyen, "hayatların" hep dışında tutuldukları için kendi "hayatlarını" yaratan ve değil aralarına girmek, bazılarının adlarını duydugumuzda bile geri çekilebileceğimiz insanları, kısacası kendi değimleriyle "freaks" diye nitelendirilen insanları konu alan şarkılar yazmak insanlar için sıradışı geliyor olabilir. Ama normal nedir ki?

My mother was a prostitute
My father was a thief
My auntie ran a brothel
It gave cheap relief
Crime, crime
Crime doesn't pay

gibi sözlere sahip bir parça sanki kulağa daha samimi geliyor. Ütopik değil en azından. Bir çocuğun annesi hayat kadını, babası hırsız ve diğer aile üyelerinin hepsi ya da bir kısmı toplumun normlarına uygun hareket etmiyorsa onlar hakkında bir şeyler yazılmayacak mıydı? Acaba kaç tane hayat kadını işinden memnun? Kaç tane hırsız sırf adrenalin olsun diye hırsızlık yapıyor? Ya da kaç tane uyuşturucu/alkol bağımlısı kafası güzel değilken mutlu?


Biz "normal" insanlar olarak kafamız güzel değilken bile aslında kafamız güzel yaşıyoruz. Dış dünyadaki birçok olumsuz uyaranı görmezden geliyoruz. Sabah dibinize kadar gelip sizin ayakkabınızı boyamak isteyen çocukların, dilenen insanların, gece evinize giderken size saldıran tinercilerin, "abi 2 liran varmı bi şarap alacam" diyen şarapcıların kaç tanesinin gözünün içine bakıp empati kurabildik? İnsan kendisini rahatsız eden düşüncelerden-uyaranlardan-davranışlardan kaçan bir hayvandır sonuçta. O şarapçının gece nerede uyuyacağını, ne yemek yiyeceğini, kimlerin itilip kakılmasına maruz kalacağını gözlerinin içine bakarak düşündünüz mü hiç? Belkide çöpte bulacağı yarısı ısırılmış bir ıslak hamburgerin kaç günlük olduğuna aldırış etmeden büyük bir mutlulukla midesine indirecek. Ama o ıslak hamburgeri atan insanın tek sorunu vardı, ya tadını beğenmedi, ya da aç değildi. Öylesine aldığı ve attığı bir hamburgerdi.
Yolumuzun üstünde bir travesti gördüğümüzde ağzımızdan çıkan ilk kelime "amınakoyimşuibneyebak" olacaktır. Ama onu ibneleştirenlerinin biz olduğumuzu düşünmeden söylenecek bir söz. Daha artistik bir değimle gayr-i ihtiyari. Evet hepimiz herzaman için birtakım artistik görünüş içersindeyiz. Giydiğimiz sandaletin markası ne kadar büyük boyutta çizilmiş yerleştirilmişse bizim için o kadar etkileyici ve güzeldir. Onun altında bir taban olmasının bizim için herhangi bir anlamı yoktur. Çünkü o bizim ayaklarımızı bastığımız yerküre üzerindeki zararlı birtakım etkilerden korumaya yarayan bir aksesuar değil. O bizim artistik hareketimiz.
Ha şimdi senin hiç levi's pantalonun, adidas ayakkabın yok mu? Artislik yapma! derseniz evet artık var derim. Senin yok mu? Daha önce vardı demiyorum. Artık var diyorum bakın. İki cümle arasındanki tek farkı bulana da hediyem var.
Neyse bu tarz toplumsal sorunlar için daha sonra konuşalım, biz şimdilik abimleri daha fazla kızdırmadan esas mevzuya dönelim. Aslında bu onları da ilgilendiren toplumsal bir mevzu ya neyse. Hatta onların esas mevzuları.


Neyse efendim, bu güzide grupla tanışmam çok eskilere dayanmıyor aslında. Keşke dayansaymış dicem ama malesef değil. Kendilerini bir ara müzikallere, sirklere ve bunun gibi gösterilere karşı başlayan merakım sonucu tesadüf eseri keşfetmiş bulundum. İlk göze çarpan özellikleri, garip makyaj ve sahne şovları. Vokalist Martyn Jacques'in o bir opera divası olma hayalleri ile yanıp tutuşan ama herzaman için cırtlak sesi yüzünden biryerlere gelemeyen şişman orta yaşlı bir kadın sesine benzer sesini duyduktan sonra da dur dedim. Bunlarda bişiler var. Vokalist ve aynı zamanda akordeonunu elinden hiç düşürmeyip enfes bir şekilde çalan Jacques uzun yıllar boyunca opera eğitimi almış ve tiyatro ilgilenmiş bir abimizmiş. E bu teatral yapının nerden geldiği şimdi anlaşılıyor o zaman. Kendisi aynı zamanda yaşamının büyük bir bölümünü bir genelevin karşındaki evinde gecirmiş. Genelev ve sözlerin genel yapısı? işte şimdi yavaş yavaş şekillenmeye başladı. Zaten hayali bir yapı olamazdı bu. Mutlaka aralarına girmek gerekiyordu. Birde yanına saçlarına kurban olduğum mutfak spatula, çatal-bıçak ve oyuncakları baget olarak bellemiş enteresan baterist (Jacques'in değimiyle "james joyce on drums) Adrian Huge ile double bass çalan, testereli ilah, pis insan Adrian Stout alarak, çingenelerin arasına bodozlama daldıktan sonra ortaya bu üçlünün enfes eserleri ve şovları çıkıyor işte.


İşte üstte görmüş olduğunuz şovları ile dikkatimi çekmişlerdi kendileri. Dikkat çekmeyecek gibi değildi hani. Sizin dikkatinizi çekmemiş olabilir tabi, çekmese de olur sorun değil. Yalnız 13 şubat 2010 gibi bir tarihte üstelik benim nadiren olduğum İstanbul il sınırları içersinde olduğum bir günde İksv'nin düzenlediği bu müthiş gösteriden bi haberdim. Bihaber olmam belki de daha güzel oldu. Haberim olupta gidememek daha önce gidemediğim diğer bütün konser ve gösterilerden daha pis koyardı.
Şimdi ben bütün bu pisliğin arasına tereddütsüz dalarım diyorsanız, sizi şöyle alalım.

Siz onları indiredurun ben bunu izleyip bi iç geçireyim.


Çok video doldu burası, pek sevmedim aslında ama olsun. Bu yazı dağınık pis olmayacaksa hangi biri olacak?
Bu kliplerini çok seviyorum. İnsanın canı cin çekiyor. Cin canım başka bişi değil, siz cine odaklanın cinin nerede durduğuna değil. Cin şişede durduğu gibi durmayabilir, zaten şişede durduğu yerde durmuyor. =)


6 Aralık 2010 Pazartesi

Bir "Soluk"ta Ceylan Ertem

Başlamadan önce;
bu yazı saygıdeğer güzel insanın on popüler(!) blog gücüne sahip blogundaki yazısından esinlenerek yazılmıştır.
Yazı içersindeki hiç bir şahıs, kurum, albüm ve sanat eseri hayal ürünü değildir, tamamen gerçektir.


Bundan yıllar önce "el kadar bir kızım el kadar" diyen kızımız artık ele avuca sığmaz oldu amcası.
Kendisini Anima'da ilk dinlediğim zamanı daha dün gibi hatırlıyorum. Tabi o zamanlar internet dünyasının nimetlerinden bu denli yararlanmak ne mümkün,en büyük müzik kaynağımız bir zamanların efsane kanalı "Kral TV" idi. (Antakya'nın Subaşı Köyü'nde kablolu tv vardı da biz mi Dream TV, MTV izlemedik?) Joker gibi dönemine göre oldukça enerjik bir parçaya kayıtsız kalmak imkansızdı tabi. Akabinde ve detayında dinlenilen bir "Yağmurla Gelen" insana dumurların en büyüğü yaşattı. Sonrası mı?

İşte yıllar sonra el kadar kızımızın ne denli etkileyici işler yapacağının ilk sinyalleriydi onlar. İki sene önce kendisinin ne yaptığını merak edip (ve artık internetin nimetlerinden yararlanabilen biri olarak googla'a başvurup) baktığımda, beklenilenler doğrultusunda bazı yapılanmalara girdiğini görmek mutluluk verici idi.
Açık Radyodaki programını dinleme şerefine erişemedik belki ama bu sene daha başka bir şerefe nail olmuş bulunduk.

2007 yılında daha kurulmadan dağılan Anima'dan yıllar sonra Ceylan Ertem'in sesini bu sefer kendi solo projesnin ilk ürünü (ve son olmamasını istediğimiz) "Soluk" albümünde duyduk. Albüm ilk dinlemede çok basit gelebilir ancak bir süre sonra sindirildiği vakit, aslında üzerinde ne kadar büyük bir özenle çalışıldığını anlamamak ancak sıradan kulaklara has bir özellik olur sanırım. E zaten mümkünse onlarda dinlemesin. Çok dinlenilmek başarı için bir kriter değildir hiçbir zaman. Önemli olan dinleyebilen kişilerin kulaklarında kalıcı bir yer edinebilmek.

Albüm genel olarak bir Jazz tabanı üzerinde kurulmuş. Kimi parçalarda (özellikle "Şenay") psychedelic öğelere bile rastlayabiliyoruz. Torun parçasının bende Balmorhea etkisi yaratması da ayrı bir konu. Aynı zamanda "Fikrimin İnce Gülü", "Gönül Dağı" ve "Kızılcıklar Oldu mu?" gibi türk müziğinin özünü taşıyan eski eserleri 'kendi eşsiz yorumunu katarak' seslendirmiş olması, bizlere albümün ne kadar çok yönlü bir çalışma olduğunu gösteriyor. Dikkat ve Takdir edilmesi gereken bir diğer Parça Nazım Hikmet'e adanmış olan çalışma. İnsan söyleyecek söz bulamıyor.

Albümün oluşmasında birçok sanatçının emeği var. Hepsinden bahsetmeyecem elbet ama içlerinden iki isime değinmeden edemicem. İlkinin ismini çoğu kişi pek bilmez ama Mehmet Güreli, Bülent Ortaçgil, Yeni Türkü, Ezginin Günlüğü, Bulutsuzluk Özlemi ve daha birçok bilindik grupları dinleyenler onun piyanosunun sesini mutlaka duymuşlardır. Ayse Tütüncü ile ilk tanışmam Mehmet Güreli ile ortak çalışmaları olan Vapurlar/Blues sayesinde oldu. Albüm Mehmet Güreli'nin kısa film çalışmasının müzikleriydi. Daha doğrusu kısa belgesel. Sonrasında dinlediğim Çeşitlemeler ve Panayır albümleri ile arşivimde sarsılmaz bir yer edindi kendine.
Albümde emeği geçen bir diğer isim ise tesadüfi bir şekilde çok yakın bir zamanda çıkarmış oldugu Newborn albümüne rastladığım ve geçen hafta illegal yollarla dinlediğim Çağrı Sertel. (Antakya'da DnR vardı da biz mi satın almadık? Hayır olsa bile bulabilir miyiz?) Newborn albümünün güzelliği üzerine kendisini Soluk albümünde Ceylan Ertem'le beraber görmek dinlemek mest etti.

Ceylan Ertem çok güzel yazıyor,çekiyor,söylüyor,canlı da söylüyor,konuşuyor da konuşuyor. Onun hakkında çok daha fazla şey söylenebilir ama özetle Ceylan Ertem ruhumuza kastediyor.

Son olarak albümün illegal linkini vermek istemediğimi belirteyim. Zaten vermesem bile internette bir sürü yerde bulabiliyorsunuz. Ben yine pamuk eller kredi kartlarına diyorum ve sizden şurayı ziyaret etmenizi istiyorum. Yok ben burdan almam dersen e bir zahmet kaldır bi tarafınıda DnR'a (DnR'dan reklam parası mı alsam acaba?) ya da başka bir müzik markete gidip alıver. Hep indir hep indir nereye kadar? Sanat kar amacı gütmemelidir elbette ama bu adamlar ne yer ne içer diye düşünmekte lazım. Ayrıca belirli bir bedel karşılığında almış olacağın albümü dinlerken yaşanılacak haz gibisi yoktur. Test ettim, onayladım.



Dip Not: Bu parçanın kayıtlarında bir başka enfes grup Gevende ile çalışılmışki, klip içersinde de Gevende'den esintileri çok rahat görebilmekteyiz.

30 Kasım 2010 Salı

They don't sleep anymore on the beach.


ItwasConeyIsland,theycalledConeyIslandtheplaygroundoftheworld.Therewasnoplacelikeit,inthewholeworld,likeConeyIslandwhenIwasayoungster.Noplaceintheworldlikeit,anditwassfabulous.Nowit'sshrunkdowntoalmostnothingyousee.And,Istillrememberinmymindhowthingsusedtobe,and,youknow,Ifeelverybad.Butpeoplefromallovertheworldcameherefromallovertheworld.Itwastheplaygroundtheycalledittheplaygroundoftheworldnedenhalenokumaktaısrarediyorsunanlamıyorumoverhere.Anyways,yousee,IyouknowIevengot,whenIwasverysmall,IevengotlostatConeyIsland,buttheyfoundmeheryazılanyazıanlamlıolmakzorundamıontheonthebeach.Andweusedtosleeponthebeachhere, "sleep" overnight.theydon'tdothatanymore.

Things changed, you see.

They don't "sleep" anymore on the beach.

Music for Idiot(s) - vol.IV (Part - 1)
Music for Idiot(s) - vol.IV (Part - 2)

01 - Grails - In the Beginning
02 - Meanwhile, Back In Communist Russia - Heatstroke
03 - (The) Slowest Runner (In All The World) - We, Burning Giraffes
04 - Our Ceasing Voice - Passenger Killed in Hit and Run
05 - Hadoken - Stations
06 - Ana Never - 30 Seconds of My Paste Life
07 - Shora - Parchelion
08 - Hṛṣṭa - ... and We Climb
09 - Mono - Yearning
10 - Godspeed You! Black Emperor - Sleep
11 - (Bonus Track) - Clint Mansell & Mogwai - Death Is the Road to Awe

Olası doğabilecek bütün depresif duygu durumlarından blogumuz sorumlu değildir.
Neden olsunki zaten. Hepiniz ne yaptığını bilen aklı başında insanlarsınız.

26 Kasım 2010 Cuma

Another Dead Hero: The Bill Hicks Story


Dünkü kayıttan sonra kendi kendime "acaba çıkmışmıdır şu belgesel? Ne zamandır bakmıyorum" şeklinde söylendikten sonra bi bakıverdim. Daha önce bakmadığım içinde epey kızdım kendime. Neyse bu haftasonu öbür dünyaya Bill abimizi bi ziyarete gidecez. Tüm randevuları (çok varmış gibi) iptal etmeli.

Yalnız bence bu belgeselin adı bu olmalıydı. Henüz izlemedim indirme işlemi devam ediyor. Dosya indirimi bitmeden de kontrol ettim ecnebilerin değimiyle "fake" değilmiş.
Tanıtımda TOOL üyelerinden kimseyi göremedim ayrıca. Ama tabi yine de indirme işleminin bitmesini beklemek lazım. Daha sonra gelecek bir (yine ecnebilerin değimiyle) -edit- ile izlenimleri yazarız belki. Tabi götümüz yerse. Nerden nasıl indireceğiniz konusunda bilgi vermek istemiyorum. İndirmek isteyen varsın kendi öğrensin. Ben burda biyerlere bişiler bıraktım.

23 Kasım 2010 Salı

It's Just a Ride!

But we always kill those good guys who try and tell us that. You ever noticed that? And let the demons run amok. But it doesn't matter, because ... It's just a ride.


21 Kasım 2010 Pazar

M is for Milla mix

Maynard ile Milla çocuk yapsa yeni bir insan ırkı ortaya çıkar. Çıkmaz mı? Nasıl Çıkmaz?

20 Kasım 2010 Cumartesi

Clann Zú



En güzel gruplar neden hep çok erken dağılır? Ya da vokalistleri ölür? Neden her grup Sentenced'ın yaptığını yapmaz, ya da yapamaz? Başlayın arkadaşım müzik hayatınıza bizi boğun öldürün ondan sonra bi "The Funeral Album" yapın, albümün son parçasıda "End of the Road" olsun bi dinleyen bir daha dinleyemesin, hatta bazılarıda anlamlı olsun diye otobüs terminaline bırakırken size dinletsin, yol boyu efkar yapın.
Ya da "ISIS" gibi (her ne kadar halen içimiz cız ediyor olsa da ) "ISIS has done everything we wanted to do, said everything we wanted to say." dedikten sonra inzivaya çekilsin.

Erken veda etmiş olan saymakla bitmeyecek gruplar arasında Avustralya - Melbourne menşeli bir Clann Zú vardır ki çıkardıkları az sayıda albümle kendilerine müzik evreninde çok farklı bir konum edinmişlerdir. Kendilerini ismi şu anda hiç ama hiç lazım olmayan bir insan giderayak önermişti.
Grup müzikal tür olarak çok belirgin bir yere yerleştirilemiyor, "Deneysel Progressive" dicem çok garip olacak sanki. Herneyse zaten çokta önemli değil."Throw Your Arms Around Me
Önemli olan nokta vokalist "Declan de Barra". İrlanda'lı Declan benim için Clann Zú'nun tek adamıdır. Sebebi ise grup dağıldıktan sonra grubun diğer elemanlarının "My Disco" gibi garip bir oluşum içine girmiş olmaları. Açıkçası grubu çok dinlemedim ama ilk başta çokta benlik olmayan bir tarzları vardı. En iyisi uzak durup esas adama yoğunlaşmak gerekiyor dedim. Grubun en dikkat çeken yönü aslında Declan de Barra'nın garip sesi ve şarkı sözlerinin nakarattan çok bir hikaye anlatıyormuş gibi bir şekilde olması. Şarkı söylemekten çok bir şeyleri anlatma açıklama çabası var. Bu açıdan daha deneysel bir çalışma olarak görülebilir. 
Grup dağıldıktan sonra Declan boş durmadı elbet. Kendi ismini taşıyan solo projesi ile bizleri daha akustik, daha derin 2 tane albüm armağan etti. Bunlardan ilki 2005 yılında yani grubun dağıldığı sene içersinde yayınladığı "Song Of a Thousand Birds" diğeri de 2008 senesinde yayınladığı "A Fire to Scare the Sun"dır. Özellikle bu albümü içersinde bulunan "Until the Morning Comes" ve ilk albümlerindeki "Throw Your Arms Around Me" başka da bişey dinlemeyelim zaten dedirtiyor. Neyseki arada bir "On and On" gibi naif bir parça yapmışta insan biraz olsun albümü dinlerken kendine gelebiliyor.

Declan De Barra'nın aynı zamanda çellist (nasıl bir tanımlamaysa artık, çello çalan işte) Kate Ellis ile yaptığı daha deneysel bir çalışma olan"Little Black Boat" var. Proje biraz daha karanlık. Biraz daha insanı geriyor.
Projenin ismiyle yukardaki Black Coats and Bondages albümündeki küçük siyah kayığın bir bağlantısı var sanırım. Nitekim kendi solo projesinin sonm albümünde de küçük bir tekne var. Belkide bişi anlatıyor ama açıkçası bu kafayla çözemedim.

Son olarak şöyle birkaç  güzellik yapmak istiyorum. Gruplar hakkında süslü püslü cümleler kurmak yerine böyle güzellikler yapıp onlar hakkındaki süsü püsü size bırakmak daha doğru olur kanaatindeyim. 




En dip not: Klibin senaryosu ve animasyonu Declan de Barra'ya ait. Bi bu eksikti zaten.

18 Kasım 2010 Perşembe

Self-improvement is masturbation... Now self-destruction!













Jack: If you could fight any celebrity, who would you fight?

Tyler: Alive or dead?

Jack: It doesn't matter. Who'd be tough?

Tyler: Hemingway. You?

Jack: Shatner. I'd fight William Shatner.

Narrator: We all started seeing things differently. Everywhere we went, we were sizing things up. I felt sorry for guys packed into gyms, trying to look like how Calvin Klein or Tommy Hilfiger said they should.

Jack: Is that what a man looks like?

Tyler: Ahh. Self-improvement is masturbation. Now self-destruction.!




Bu nefis kısa film için "noibio" insanına yeniden teşekkürler.


.

17 Kasım 2010 Çarşamba

Tesadüf bilinmeyen bir mecburiyet midir?



Bundan yıllar yıllar önce gecenin en bi yarısında hangi kanal olduğunu hatırlamıyorum ama tv kanallarının birinde en uykusuz olduğum bir dönemde filmin başındaki metro sahnesinde yakalamıştım. Tabi o zamanlar ciddi biri sinema izleyicisi değildim. Oyuncular isimler falan ilgimi çekmiyor. Ancak filmin bitiminden sonra "evet hayat budur!" dedirten filmin adına bakamadığım için içime bir fil oturmuştu.

Gel zaman git zaman bu film her zaman için aklımın ucunda bir yerde sessizce bekliyordu. Ta ki güzel bir İstanbul akşamında yenilen güzel bir yemeğin ardından ( yemeği benim yaptığımı ve çok güzel olduğunu belirtip kendimi övmek istemiyorum) yapılan sohbet esnasından Benjamin Button konusu açılana kadar. Film güzeldi-değildi, oyunculuklar iyidi-değildi film uzundu, sıkıcıydı, olay örgüsü saçmaydı gibi yorumlar bir kenara filmin en çarpıcı sahnesi bence elbetteki Daisy karakterinin geçireceği trafik kazasını anlatan bölümdü. Orayı izlerken aklıma yine bu film gelmişti ancak yine bir türlü ismini anımsayamıyordum. Aklıma tek gelen şey "sarışın bir oyuncu vardı, metroyu kaçırdıktan sonra film ikiye bölünüyordu ve birinde saçını kesiyor diğerinde uzun kalıyordu falan filan.
İşte Benjamin Button'da geçen Daisy sahnesi üzerine bende bu filmin bu tanımını yaparken Nesil birden "Gwyneth Paltrow oynuyordu değil mi?" diye sorunca hemen bir ümitle kutsal sinema kaynağı imdb'ye başvurduk. Hangi yıldı, neydi, nasıldı derken karşımıza "Sliding Doors" çıkıverdi.

Film için çok fazla spoiler vermeden kısaca ve kabaca "hayatımda şunu şöyle yapsaydım böyle mi olurdu? yoksa böyle yapsaydım şöyle mi olurdu?" dedirten ve "acaba hayatın tesadüfler üzerine kurulu bir mecburi düzenden ibaretmidir?" düşüncesini yerleştiren bir yapım. Kimileri doğmatik bilgiler ışığında buna kader diyebilir, kimileri ise evren olasılıklar üzerine kuruludur ve kişinin hangi düzlemde hayatını sürdüreceği çevresel ve duygusal etmenlere bağlıdır diyebiliyor. Filmin sonu her ne kadar herşey olacağına varır kaderin önüne geçilemez gibi bir anlam taşıyor gibi görünse de bu kişinin bakış açısına bağlıdır elbet.

Filmi sadece indirmek olmazdı elbet. Bende internetten şöyle bir araştırma yapıp arşive katmak istedim. DVD kapaklarına olan takıntım üzerinde yine benim obsesyonlarım başgösterdi ve bu filmin üzerinde "Rastlantının Böylesi" yazmamalı dedim. Aradım ve gittigidiyordan orjinal kapaklı(!) bir tane buldum. Tabi ben öyle sanmışım. Adi satıcı bildiğimiz kanald sinema hedehödösünün verdiği DVDyi bana haketmediği bir fiyata kakaladı. Evet kazıklandım ancak sevilmiş götün davası olmazdı. DVDyi izleyip arşive bir güzel yerleştirdim.

Filmi izledikten bir süre sonra önüme bu sefer çok sevdiğim ve bütün filmlerini izlediğimi düşündüğüm Kieslowski nasıl olduysa "Przypadek" diğer adıyla "Blind Chance"i çıktı. Meğersem beni sarsan Sliding Doors Kieslowski'nin Blind Chance'nin aşırmasıymış. Senaryo içerik olarak farklı elbet ancak mantık aynı. Tabi sadece senaryo değil, haliyle oyunculuklar, kurgu ve Kieslowski'nin sinema dilinin çok farklı olduğunu görüyoruz. Tabi bu eksiklik biran önce giderilmeliydi ancak bu garip şehirde yaşarken film izlemek oldukça güç bir durum. Bende arşive Blind Chance'i de katıp ilk Mersin ya da İzmir ışınlanmamda höpürdete höpürdete bu filmi izleyecem.
Spoilerleri takmayıp bakındığım kadarıyla Kieslowski'nin Blind Chance'i, Sliding Doors'tan bir beden ya da daha doğru bir değişle bir paralel evren daha büyükmüş. Bununla beraber film romantik komediden çok daha toplumsal daha sert ve siyasi denilebilecek bir dile sahipmiş. Ben izleyenlerin yalancısıyım.


Şimdi Kieslowski'nin fazladan bir paralel evreni var diyoruzda bu sabah bu yazıyı yazmama sebebiyet veren sevgili noibio insanının gönderdiği Blue States'in Allies klibinde karşımıza 4 farklı evren çıktığını görüyoruz. Parça klibiyle beraber oldukça keyifli ve dinlenesi, dinletilesi bir parça. E o zaman iyisimi ben size yolu göstereyim...

Bi saniye klibi izlemeden önce son anda aklıma gelen bir "Run Lola Run" vakası vardır elbette. Az kalsın unutuyordum. Tabi biraz daha popülaritesi olan bir film olduğundan çok fazla birşey söylemeye gerek yok. Tek ekleyebileceğim nokta Run Lola Run'ın bu iki filmden ve birazdan izleyeceğiniz klipten farkı olay örgüsünün sürekli başa sarıp yeniden başlıyor olması. Ben izlemedim demeyin, her yerde var bulun bir yerden işte. Herşeyi devletten beklemeyin canım.

14 Kasım 2010 Pazar

Akıllara Zarar Konser Haberleri - vol.I



Tarih: 09.01.2011
Yer: Balans İstanbul

Bu konser çok can yakar.
Eskilerden bir Pluvius Aestivus ile giriş yapsalar, akabinde Idioglossia, Ashes, A Trace Of Blood combosunu müteakip Second Lovecı Pain of Salvationcıları tespit etmek ve saf dışı bırakabilmek için bir Second Love çalarak, hiç ara vermeden yeni albümlerinden Yellow Raven ve ölümcül Sisters'ı çalsalar zaten daha sonrasında ne çalsalar boyut itibariyle konser alanıyla iletişimimiz kesileceğinden pek bi önemi olmayacak.
Konser alanına küçük diyorlar ben daha önce Balans'a gidemedim (ah ne konserler kaçtı) ama bu küçüklük bizler için birtakım avantajlarda sağlayabilir elbet. "Minyon" arkadaşların masa üstlerine çıkmaktan öteye gidip sahneye çakılacaklarını düşünüyorum. =)

İstanbul konserinden önce 8 Ocakta Ankara Pasaj Pub' ta olacaklarmış. Bu da güzel tabi. Türkiye'de konserler bir şehre endeksli olmamalı. Hatta mümkünse adamlar Eskişehir, İzmir, Adana falanda gezsinler. Tamam Adana'ya POS gitmez ama diğer daha alternatif grupları bu taraflarda görmek isteriz elbet.

Bu parçayı seçtiğinden dolayı "Minyon" arkadaşıma teşekkürler ediyorum. =)

11 Kasım 2010 Perşembe

Hicaz Makamında Jazz...


Hamamizade Ismail Dede Efendi'den Wofgang Amadeus Mozart'a,  Hasselman'dan Nayi Osman Dede'ye Johann Sebastian Bach'tan Tamburi Cemil Bey'e.
Kısacası klasik batı müziği ile geleneksel türk musikisinin Jazz sentezi. Şimdilik çok uzatmıyorum. Daha uygun bir zamanda (bünyenin daha çok alkol içerdiği bir gece) bu oluşumla ilgili birkaç birşey yazılacak. Şimdilik sadece gözlerinizi kapatıp dinleyin.




Gabriel Faure'nin Pavane'sini es geçmekte olmaz, hatta kanlı canlı izlemeli dinlemeli, sonrada uyumalı artık. Yarın sabah işe gitmek gerekmekte.

7 Kasım 2010 Pazar

I Hate Sun(!)days

Pazar günlerinden nefret ederim. Güneşli pazar günlerinden daha çok nefret ederim. Hele birde çekirdek ailelerin pazar sabahı temizlik delilikleri varsa o evde ve sen eşşek kadar olmana rağmen halen ailenle yaşıyorsan pazar günleri sana işkence gibi gelir.
Pazar günleri benim için uyandıktan sonraki 2 saatlik zaman dilimi içersinde biter. Ondan sonra işe gitsemde olur sorun değil.


Bu sinir bozucu güneşli salak pazar sabahınında diğerlerinden bir farkı yoktu nitekim. Evin salonunda bir sığınmacı gibi yaşıyor olmanın verdiği eziklik ve cuma gecesi içilen biraların acısının dün gece ülser tarafından tek tek çıkarılması sonucu görülen kabuslarla alınan* uykudan sonra şahane(!) bir pazar sabahına uyandık yine.

Kendimize gelmek için yapılan Dredg dinletisinden sonra ne yaparım ne ederim bu salak günde diye dolanırken Mauna Kea Band'e rastladım yine. Uzun bir zaman önce rastladığım ve "vay arkadaş, bizimkiler bu işi giderek daha iyi yapıyor dediğim" 2 tane parçası olan ama onlarında şimdilik yeterli olduğu yurdum grubu.
Grup post-rock temelinde uzayımsı melodilere ve düz monolog/diyaloglar eşliğinde benim yorumuma göre "leziz" 2 adet eser sunmuş bizlere. Devamının ve en nihayetinde bir albüm çıkarmalarını beklemekteyiz. Nitekim grup henüz 1 yaşında ancak gelecek vaad etmesini istediğim bir grup. Yurdum insanı post-rock olgusuna pek bi aşina olmadığından (Bu ne abi e bunda söz yok!) çok fazla gözler önüne çıkamıyorlar ancak bizim istediğimizde bu zaten. Yeraltı her zaman daha iyidir.



Onunla ilgili bişiler bakınırken onlardan çok farklı bir tarza sahip ama onlardan daha da leziz, daha da nefis Quartet Muartet'e rastladım. Grubun ve parçaların ismi sizi yanıltmasın. Çok geyik gibi dursa da jazz fusion gibi ciddi yetenek ve kafa gerektiren bir tür icra ediyorlar. Adamlar delilik ve dahilik arasında bir yerde kalmış olsa gerek, "Salça, Bobi, Elektrikli ev Aletleri, Deminki Parça" gibi parça isimleri kullanmışlar. Fazla kasmayalım abi, artisliğe gerek yok zaten çok ciddi iş yapıyoruz, dünyayı biz mi kurtaracaz koy götüne gitsin ak (yavaş yavaş sakin ol) tarzında bir düşünceye sahipler.



Grup Sarp Maden, Volkan Öktem ve Çağlayan Yıldız ile 1997'de Trio Mrio adıyla başlamış sonrasında daha maçın ikinci yılında Çağlayan Yıldız takımdan ayrılarak yerine Alp Sönmezer dahil olmuş. Bu sanatçı değişikliğinden sonra grup Genco Arı ile evrim geçirerek Quartet Muartet halini almış.
Grup elemanlarının geçmişlerine tek tek baktığımız zaman hepsini daha önce birçok projede zaten ayrı ayrı dinlemiş olduğumuzu görüyoruz. Quartet Muartet için o zaman yerli Voltran tanımlamasını rahatlıkla yapılabilir.
Grup Dokuz Parça ve Dokuz Parça Daha şeklinde yine çok güzel isimlere sahip iki albüm çıkarmışlar. Bu noktada bir güzellik daha yapıp bir zahmet grubun albümlerini alın diyorum. Hep öle illegal çalışmayalım lütfen. En azından yurdum sanatçılarına bir faydanız olsun. Sanat maddi çıkar için yapılmaz diyenler için bir hafta fotosentez ile yaşamayı denemelerini salık veriyorum.

Hadi bakalım pamuk eller kredi kartlarına.
Quartet Muartet - Dokuz Parça Daha
Genco Arı - Wizart
Sarp Maden - Bence
Sarp Maden - Ardından
Çağlayan Yıldız - Az


İstanbul'a bir sonraki gidişim Nardis'te şu güzellikleri dinlemek için olacak...

Tehlikeli Sularda Yürüyoruz

Hayat, ölümün biyolojik olarak aktif safhasıdır. Hiçbirimiz yaşamıyoruz, hepimiz ölüyoruz. Safhalar değiştirilemez, hiçbir şey değiştirilemez, sadece ekleme ve çıkarmalar vardır. Ölüm anı bir noktadır, eklenip çıkarılabilir. Noktasal olarak farklı kurgulanabilir. İlk nefes, yemek borusundan besin takviyesi, uterusa düştüğümüz an, hayvani cinsel güdülerin bizleri taşıyan rahimlerin sahiplerine hissedildiği anlarda olabilir.
Bir tek ölüm süreci noktasal değildir. Tanrı’nın varlığı ölümün ta kendisidir. Ve Tanrı’nın ilgisni çektiğimiz sürece lanetlenme ya da kurtuluş umudumuz olabilir. Ya can düşmanı olacağız ya da hiçbirşeyi.



Chuck Palahniuk.





If you're frightened of dyin' and you're holding on. You'll see devils tearing your life away.
But if you've made your peace, then the devils are really angels, freeing you from the earth...


Ayrıca izleyiniz. 

6 Kasım 2010 Cumartesi

Take Me As I Am




Bornova'da eski sert duruşunu devam ettirdiğini düşünüp dancına giderek içerde hophop kopkopçuların saldırısından son anda kurtulduktan sonra kendimizi gözü kapalı şekilde attığımız Alsancak'ta dışarıya Octavarium melodileri yayan ve İzmir'deki son gecemi 1 saatlik bir süre içinde kurtaracak olan Sardunya'ya sığındığımızda geceyi kapatan parçaydı. Hatta 10 günlük İzmir keyfime damgasını vuran parçaydı.
Ne zamandır Dream Theater dinlemediğimi farkettim o anda. Mekanda sadece bir masa doluydu, onlarda pek tikicandı. O yüzden adamlar sesin yüksekliği konusunda gönüllerince davranıyordu. Sesin yüksekliği içerdekilere "kalkın lan artık ibineler daha eve gitcez dota oynayacaz" mesajı taşıyordu alttan alttan. Ama bize işlemedi tabi. İşe yaramadığını gördükleri için bu seferde müzik yayını kestiler.

Neyse konuyu dağıtmadan Dream Theater'daki tarihi gelişmeye değinmek istiyorum. Mike Portnoy'suz Dream Theater düşünemiyorum diyordum zamanında, düşlerim gerçek oldu ama.
Mike abimiz şöyle bir açıklama yaptıktan sonra 25 yıldır özdeşleştiği Dream Theater'dan ayrıldığını açıklamıştı geçtiğimiz Ağustos ayında.

Grup henüz Mike yerine kimin geleceği konusunda resmi bir açıklama yapmadı sanırım ama bir süredir Virgil Donati'nin Mike Portnoy'un yerine geçeceği konuşulmakta.Onun öncesinde birkaç kişiyi deneyip gruba öyle alacaklarını söylemişlerdi. Konuşulan isimleri duyduktan sonra ekşideki okuduğum bu entry'i düşüncelerime tercüman olmuştu.

Virgil abimiz en progressive zamanlarda farklı sol baget tutuşu sayesinde dikkatimi çekmişti. Bageti Jazz bateristlerini anımsatıyordu. Ancak hem bageti o şekilde tutup hemde ışık hızında bateri çalabilmek cidden tüyler ürperticiydi -ki abimin kendisininde tüyler ürpertici bir karizması vardır.- Planet X ile beraber yaptığı albümler birer progressive klasiğiydi.
Dream Theater'da bagetleri kim teslim alacak bakalım, merakla beklemekteyiz.

- Erman dancının girişindeki çalışana dönerek:  Dancın eskiden böyle miydi abi ya?
- Dancın çalışanı Erman'ı sallamayarak: Nesi var?

bu kısa diyalogta gecenin dumuru olmuştur. 

3 Kasım 2010 Çarşamba

Low Rock, Fuck Rock Actually!

 

Enstruman çalamamanın dayanılmaz hafifliği iyiden iyiye ağır gelmeye başladığı bu günlerde artık dinlediğim her müzik türü, hep grup, her kapı zili iyice havada kalmaya başladı. Tabi bu saatten sonra elime bir gitar alıp nothing else matters çalacak değilim. "Enstruman çalabiliyorum demek için enstruman çalmak?" yok ben almayayım.
Velakin son haftalarda Morphine ile yatıp Morphine ile kalkıp onunla işe gidip Mersin-İzmir yollarında onunla yolculuk yaptıktan sonra içimde karşı konulmaz bir "saksafon" sevdasının başladığını farkettim.
Evet saksafon. Neden olmasın? Enstrumanlar arasında en seksi olanı belkide. Bu seksiliğin kısa adı T.A.K. olan Türkiye Abazalar Komitesi tarafından yüklenen o iğrenç anlamla uzaktan yakından bir ilgisi yok. Çükümde bile değil.
Saksafon senin neyine. Yüzme bilin mi? gibi tepkiler alacağıma da eminim ayrıca ki kime danışsam aynı tepkiyi aldım. "Başka enstruman bulamadın mı? Lan kendini onu çalarken bir düşünsene? Deden görse ne der? (ne alaka Erman ya) Toplumun tepkisi falan filan.."
Tamam yakın zamanda olmasa bile eğer bir gün bir enstruman çalmaya karar verirsem bu saksafon olmalı...

Morphine'in etkileyiciliği, Mark Sandman'in karizması, Monique Ortiz'in maskülen seksiliği, Dana'nın öküzümsümsü saksafon tonları, Freud'un pembe hali yanında yerli malı yurdun malı bir tamburada derken üçüncü bir "saksafon ve low rock konseptli, Jazz soslu" toplamamızı yaptık. Buyrun burdan dinleyin.


Music for Idiot(s) - vol.III

01 - Morphine - Dawna
02 - Morphine - Buena
03 - Pink Freud - A Tribute to Don Johnson
04 - A.K.AC.O.D. - Bad Weather
05 - Mark Sandman - Cocoon
06 - Treat Her Right - Standing By Your Window
07 - Tamburada - Atina
08 - Jaga Jazzist - Airborne
09 - Twinemen - Spinner
10 - Bourbon Princess - Stretcher
11 - Morphine - The Night
12 - Morphine - Miles Davis' Funeral
13 - Orchestra Morphine - The Night (Bonus Track)




Hadi vizyona girsin artık...

20 Ekim 2010 Çarşamba

Music for Idiot(s) - vol.II


Bir God's Pee! yazısından sonra ikinci bir toplama yapmak farz olmuştu. Arşivin derinliklerine inip nacizane bir albüm daha yaptım siz saygıdeğer Idiot(s) camiasına. Parça süreleri ve boyutları çok uzun ve büyük olduğundan birçok gruba yer veremedim ancak ilerleyen zamanlarda yeniden bişeyler toparlarız. Bunlar şimdilik Akli dengenin sarsılması için yeterli zaten.

Post-Rock; insanın kendine yakışanı dinlemesidir.

01 - Godspeed You! Black Emperor - Moya
02 - (The) Slowest Runer (In All The World) - As the Sea Swells She Bleats and Moans Like a Goat in Heat
03 - World's End Girlfriend - We Are The Massacre
04 - A Silver Mt. Zion - Sit In The Middle of Three Galloping Dogs
05 - Hṛṣṭa - Swallow's Tail
06 - The Ascent of Everest - Alas! Alas! The Breath of Life!
07 - Crippled Black Phoenix - Goodnight, Europe
08 - Mono - Yearning

18 Ekim 2010 Pazartesi

Godspeed You! Black Emperor



Kurulmalarının üzerinden çok zaman geçti, dağılmalarının üzerinden de öyle, derken bir süre önce halen inanamadığım bir haber ile yeniden toplandıklarını öğrenmiştim. Ancak biz yazmaya yeni başladık, neyseki acelemiz yok.
Ancak şöyle bir sorunumuz var. Yazmaya yeni başladık evet ama bu grup hakkında ne yazılabilir? Bu grup hakkında ne yazılamaz? Ya da ne yazsak az kalır?
Tüm bunlar birer sorunsal evet. Zaten esasında grubun kendisi başlı başına bir sorun değil mi? Aslında bu gruba dair yazıyı saygıdeğer bir dostum yazmalı idi. Onun ne yazılıp ne yazılamayacağı hakkında daha doğru kararlar vereceğine eminim. Fırsat bulduğumuz bir vakit kendisininde uygun görmesi halinde bir güncelleme olayına gideriz umarım.

Benimki bir nevi kulaklarımız gönüllerimiz bayram etsin ya da cenaze namazında saf tutarak merhumu nasıl bilirdiniz sualine cevap vermek. Daha çok ana, yan, orta, paralel ve bilumum projelerine değinmek. Belkide bununla beraber birkaç güzellik yapmak.

Bir yerden başlamak gerekiyor artık.

Montrealin bağrından çıkmış olan bu insanüstü canlılar topluluğu nerden esmiş bilinmez isimlerini Japon motorsiklet çetesi Goddo supiido yuu! Burakku emparaa dan almışlar. Sanki herşeyleri normaldi de isim babaları anormal geldi. Bōsōzoku adı verilen bu ergen çeteler, modifiye motorsikletleri ile ortalığı birbirine katan, ondan öte acaip motorsiklet sesleri ile kafalarda fil seviştiren tiplermiş. Bakın işte bu noktada Godspeed You! Black Emperor'un isim için neden bu çetelerden esinlediği konusunda bir çıkarıma varabiliriz. Ama grup filleri hem beynimizde hem kalbimizde grupça seviştirmekte.

 Yönetmeni lazım değil 1976 yapımı bir belgeselde bu çete ve yaptıkları ile ilgili bilgiler verilmekte. İlk güzelliğimizi yapmanın zamanı geldi sanırım. Filmin altyazısını bulamadım ancak kendi üstünde ingilizce altyazısı var. Ya da boşverin yazıyı falan Japonca güzel dildir.

Grup elemanlarını sağ baştan saymaya başlarsak kalabalık bir orkestra ile karşılaşırız. 8 kişilik bu orkestranın şefi konumunda görünen Efrim Menuck denilen şahsiyetten başlamak en doğrusu olur sanırım. Kendisi her seferinde benimde değindiğim şef, lider, kurucu konumlamalarından nefret etmekte ve kabul etmemektedir. Tamam mütevazisin anlıyoruzda garip karizman ile grupta en fazla ön plana çıkan elemansın şimdi bunuda kabul etmek lazım. Ama tabi gruptaki diğer elemanların diğer projelerine değineceğimiz zaman olayın sadece garip karizmayla sınırlı olmadığını görecez. Abimin garip karizması rivayete göre kendilerine havalimanında grupça bir terörist muamelesine uğramalarına neden olmuş. Efrim abimin nur yüzüne bakıp iki rekat namaz kılası gelir insanın ne teröristi hayret bişeysiniz.

Efrim GY!BE grubunu darmadağın ettikten sonra rivayete göre ölen köpeğine ağıt yakmak için A Silver Mt. Zion projesini kurar.
Bu noktada GY!BE un dağılması aslında beni üzmez, iyiki dağılmış lan bile diyebilirim. Çünkü bu adamlar Voltran gibiler. Her bir parçası 10 kaplan gücünde adamlar.
Grubun beyni gibi görünen Efrim'i bir kenara bıraktıp Mike Moya'ya odaklanmak gerekiyor bence. GY!BE sonrası yaptığı çalışmalara bakınca ne kadar süpersonik bir adam olduğunu görüyoruz. Öyleki bir HṚṢṬA'ya kulak verince ne derece tehlikeli bir adam olduğunu anlayabiliyoruz. Set Fire To Flames daha çok plana çıkmış gibi görünse de benim şahsi tercihim HṚṢṬA'dan yana. Tabi bu bir yönlendirme olarak algılanmasın. Ya da algılansın arkadaş. Tabi bu Moya bu kadarıyla yetinmeyip üstüne bir Esmerine ve Molasses patlatır. Hepsi de tadından dinlenmez.
Grubun bir diğer süpersonik elemanı şeker mi şeker Sophie Trudeau. Mike Moya'a kadar kurucu yapısı olmasa da kemanının yayını koyduğu yeri kendinden geçiriyor. GY!BE, Set Fire to Flames ve a. silver mt. zion'dan bahsetmiş idik. Tüm bu gruplar ablamızın kemanını doyurmamış olacak ki araya bir Valley of the Giants  sıkıştırmıştırki grupta yok yok. Broken Social Scene, Do Make Say Think, Shalabi Effect gibi kült gruplardan bir post-rock milli takımı oluşturulmuş sanki. Tek albüm çıkardıktan sonra da jübile yapmış grup. Sahalara geri dönerler mi bilinmez, çünkü bu post-rock camiasının ne yapacağı hiç bilinmez.
Sophie ablamızın bir diğer dahil oldugu bir diğer post-rock bayan karması olan The Mile End Ladies String Auxiliary (MELSA) nın bir tek kaydına ulaşabildim. O da yetti zaten.
Tabi bu kadarıyla bitmiyor. Diğer gruplara göre biraz daha arka planda kalan ama kesinlikle göz ardı edilmemesi gereken bir Diebold var. a silver mt. zion dan Ian Ilavsky ile beraber arşivlemeye değer iki adet albüm yayınlamışlardı. Dinlenesi.
Son olarak birde dinlemeye çok fazla fırsatım olmayan Kiss Me Deadly olayı vardır.

Moya abim ve Sophie ablam bu kadar harıl harıl çalışıp üretirken Efrim'in elleri armut toplamıyordu elbette. O daha hayırlı bir işe girişip Constellation Records'u kurarak her biri kendi galaksisini yaratmış gruplara baba ocağı görevi yapmıştır.

Tüm bunları öğrendikten dinledikten ve hatmettikten sonra GY!BE iyi dağılmış diyoruz ister istemez. Pardon düzeltme yapıyorum, iyiki ara vermişler.

Yukarıda da gördüğünüz üzre abilerimiz ve ablalarımız bizlere(!) "see you next winter" demişler. Akabinde All Tomorrow's Parties kapsamında yeniden Voltran'ı oluşturuyorlar. İngiltere'de olupta gitmeyenler çok ayıp ederler söyleyeyim. İlgililere duyurulur.



3 Ekim 2010 Pazar

Music for Idiot(s) - vol.I



Arşiv yapmak zor zanaat. Bir sürü ince noktası var. Kendine belirli bir tür belirleyecek, o türe ait grupları araştıracak, bulunan grupların dallanıp budaklanmasını takip edecek, bu dallanmanın kesişme noktalarını belirleyip kulak verecek, analiz edecek. Eski-yeni, iyi-kötü, orjinal-çakma demeden hepsini bağrına basacaksın. Baktın bazıları çok yüzeysel bir köşeye sıkıştıracaksın, ama asla silmeyi düşünmeyeceksin. Her an begeni kriterlerin değişebilir. İnsan değişken bir hayvandır.
Bu arşiv olayı bir süre sonra eski heyecanını kaybetmeye başlayacak. Herşeyin tıkandığı noktada kendine kalbin kadar temiz bir sayfa açıp bunlara hayat vermen gerekecek. İşte o zaman uzun zamandır yaptığın arşivin esas tadını çıkarmaya başlayacaksın.
İnsan paylaşan bir hayvandır.

Post-Rock; insanın kendine yakışanı dinlemesidir.

01 - Long Distance Calling - Fire in the Mountain
02 - If These Trees Could Talk - What's In The Ground Belongs To You
03 - Exxasens - Your Dreams Are My Dreams
04 - Maybeshewill - I'm In Awe, Amadeus!
05 - Sleepmakeswaves - ItsDarkItsColdItsWinter
06 - CtrlAltDelete - Each of These Innocents on the Street is Engulfed by a Terror of Their Own Ordinariness
07 - Caspian - Some Are White Light,
08 - Daturah - Deep B Flat
09 - We Made God - Gizmo
10 - Collapse under the empire - the taste of last summer

MONO



Akıllara Zarar Müzik Hadiseleri. Vol-1.



"Hayat ne garip. Japonlar falan" der güzel arkadaşlarımdan bir tanesi. Hayat mı garip yoksa Japonlar mı bilemedim.
Havasından mıdır suyundan mıdır nedir? Ufacık boyları çekik gözleriyle nereye el atsalar bir şaheser yaratıyor bu insan görünümlü garip canlı türleri.

Kendilerine Post-Rock grubu demek ne derece doğru olur bilemiyorum. Post-Rocktan öte daha sanatsal. Her parça bir senfoni gibi. Nitekim parçaların içinde barındırdığı orkestral yapıyı dinlerken insanın alt ve üst dudağı aynı anda uçukluyor. (Yeni çıkan " Holy Ground: NYC Live with Wordless Music Orchestra" DVDsini izlerken dudaklarınıza hakim olun. Farkında olmadan onları yiyip bitirebilirsiniz.) Hiç söz kullanmadan yüzlerce sayfa hikayeyi anlatabilen nadir gruplardan birisi.
Sadece albüm parçalarında değil konserde bile tek kelime etmeden çalmaya başlayan ve tek kelime etmeden enstrumanlarını bırakıp sahneyi terkeden bir gruptur. Çünkü sahnenin bir "show" yeri olmadığını, bir tür "icra-i sanat" yeri olduğunu bilen insanlar bunlar. "Ukala"dan çok "mütevazi" insanlar. Bu tavır bana Sonispheredeki Rammstein performansını hatırlatıyor. Ne alaka dimi? İzleyen bilir.

Japonya denildiğinde insanın aklına bi teknoloji, bir de atom bombası geliyor. Mono da haklı bir duygusal milliyetçi tavırla bu faciayı müziklerine öylesine güzel yansıtmışlarki, parçalar sessiz sakin bir şekilde başlayıp ritmi yavaşça yükselttikten sonra, en umulmadık yerde kendi atom bombalarını kulaklarınızın içinden beyninize doğru gönderiyor. (bkz: Yearning - 07:43) İşte o saniyeden sonra tüm bedeniniz kaskatı kesiliyor.
2004 yılında çıkarmış oldukları "Walking Cloud And Deep Red Sky, Flag Fluttered And The Sun Shined" albümlerinin kapanış parçası olan "A Thousand Paper Cranes" parçası, "sadako and the thousand paper cranes" hikayesine ithafen yazılmış. Bu parça bu konuda ne kadar hassas oldukları mesajını veriyor sanırım.






21 Haziran 2004 te RockIstanbul'da sahne almışlardı. Geçen sene çıkardıkları yeni albümleri "Hymn To The Immortal Wind" sonrası çıktıkları turnede şubat ayında Yunanistan'a kadar gelmelerine ve programın Türkiye'de bir konser vermeye uygun olmasına rağmen, aklı başında hiç bir organizatörün bunu farketmemiş olması yüzünden bizleri teğet geçip gitmişlerdi. 2010 dahilinde hiçbi konser vermemiş olmaları içimde 2011 için yeni bir albüm hazırlığı içersinde oldukları düşüncesi doğmasına neden oluyorki bunun gerçekleşmesini tüm Mono severler adına can-ı gönülden diliyorum.






Şu albüm daha iyi, bundan başlayın falan diyemem. İlk çalışmalarından son çalışmalarına kadar tüm albümlerini soluksuz (ki başka şansınız yok) dinledikten sonra hepsinin birbirinden farklı sürprizlere, güzelliklere, etkilere sahip olduğunu göreceksiniz. İlk başlarda takındıkları "noise" tutumu zamanla yumuşama göstermiş biraz daha düz ve yumuşak bir yapıya ulaşmış. Özellikle son albümlerine doğru daha fazla kullanmaya başladıkları orkestral yapının bunda etkisi çok büyük. Bu iyimidir kötümüdür tartışma konusu tabi ancak her ne yaparlarsa yapsınlar bu küçük adamlar insanı büyülemeyi başarıyor.
Son olarak değinmeden edemeyeceğim nokta grubun bassisti "Tamaki". Sahnedeki zerafeti insanı büyülüyor. Kendisine karşı olan beğenim Holy Ground DVDlerini izledikten sonra daha çok arttı ve artmaya devam ediyor.

---edit--- 


Mono dinlemeye yeni başlayacaklar için küçük bir tavsiye. Bu gruba sakın ola son albümlerinden başlamaya kalkmayın. Çünkü son albümlerinin büyüsüne kapıldıktan sonra hem diğer albümlerde yatan hazineleri keşfedemezsiniz, hem de Mono'nun müzikal gelişimini izlemekten mahrum kalırsınız.
Benden söylemesi.

27 Eylül 2010 Pazartesi

Mogwai - Hunted By A Freak



Herşey bir ISIS yazısı ile başlamıştı...
Yazının en büyük eksikliklerinden biriydi aslında.
Tabi filmi 2 yıl önce izlemiş olup, geçen 2 yıllık süre zarfinda kendime Alzheimer tanısı koyabilecek unutkanlık derecesine sahip olunca, değinmemiş olmam gayet doğal. (bkz:ne biçim cümle bu?) Neyseki TOOL daşlarım imdada yetişti. Onlar bu işi iyi bilir evet.
Ancak bu henüz bir Ex Drummer yazısı değildir.
Öncesinde kendime yeni bir yeniden gösterim yapmam gerekiyor.


Şimdi herşeyi bir kenara bırakıp mutlu dünyamızdan bir miktar uzaklaşalım.
Ahmaklığın, çirkinliğin, kıtlığın, vefasızlığın ve sahteliğin dünyasına dalalım. Tutunamayanların hayatlarına, o dünyaya ait olmadan ve istediğimiz zaman kendi dünyamıza dönebileceğimizi bilerek karışalım...
Şöyle bir düşündükten sonra aslında gerçek dünya o değil mi?

7 Eylül 2010 Salı

ISIS




"ISIS has done everything we wanted to do, said everything we wanted to say."
dediler ve inzivaya çekildiler. Peki sana sormak isterim sevgili Aaron Turner, bizler görmek istediklerimizi acaba görebildik mi? Canlı canlı kimi izlemek istersin diye sorsalar ilk 5'te sizlerin adı geçerdi. Ama artık o listeyi ilk 4'e indirmek gerekmekte, çünkü yerinizi kimse dolduramaz..
Evet inzivaya çekilmelerinin üzerinden 4 aya yakın bir süre geçti belki ama malumunuz yeni yazmaya başladık, ve değinmeden edemezdik.
Artık kendimizi Old Man Gloom ile Lotus Eaters ile House of Low Culture ile -ki son iki saydığım grupta Aaron abimiz, yüce Sunn O)))'nun  nun gitaristi Stephen O'Malley ile birlikte çalışmaktalar- avuturuz. Tam bu grupların bir süredir sesleri çıkmıyor olabilir ama en azından ölüm ilanlarını okumuş değiliz henüz. Birazda yeraltına daha yakın olmaları kendilerini daha cezbedici kılıyor açıkçası. Aaron abimin bu yan projeleriyle beraber sahip oldugu Hydra Head Records ile destekleyip bizlere sunduğu birbirinden nefis grupların tadına bakmaya devam edecez. Şimdi dile kolay Jesu, Sunn O))), Boris, Neurosis, Pelican, Cult of Luna... sanırım bu kadarı yeterli =)

Tabi grup sadece Aaron abimizden ibaret değil, tamam abimizin karizma en üst düzeyde ancak diğer sessiz ama derinden vuran abilerimizin bulunduğu diğer projeler hatrı sayılır derecede önemli ve değerlidir. Örneğin bir Red Sparowes üyeleri arasına baktığımızda bassist Jeff Caxide ve gitarist Bryant Clifford Meyer'i görürüz. Hoş o grup içersinde kimleri görmüyoruzki? Neurosis'den Josh Graham orada idi, Made Out of Babies (ah Julia demek istiyorum)'den Brendan Tobin oradaydı. Eski bateristlerine de hastaydım o ayrı. Hasta kelimesi çok kaba durdu, hayrandım işte.



Daha fazla uzatıp zaten yeterince yaşadığım fikir uçuşmalarının bokunu çıkarmadan iki küçük anektod eklemek istiyorum nacizane TOOLdaşlarıma ithafen...
Panapticon albümündeki Altered Course parçasının basslarını Justin Chancellor ve son veda albümleri olan Wavering Radiant albümündeki "Hall of the Dead"ve "Wavering Radiant" parçalarının gitarlarını Adam Jones çalmıştır. Bilen bilir, bilmeyenlere duyurulur.


Kapanış olarak bir güzellik yapmak istiyorum. ISIS'i neden sahnede izlemek istediğimin en güzel cevabı olacaktır.
ISIS - Clearing the Eye







Yet under this mortal sun
We can not hide ourselsev!

The World is a Deaf Machine